Tarih nasıl yazar? -2-

Nihat Kaşıkcı

Nihat Kaşıkcı

Tüm Yazıları

Bir önceki yazımızda, tarihte iz bırakan Türk devlet liderleri ve onların büyük destekçilerinin, devlet ve millet hayatımıza kazandırdıkları en önemli değerlerden bahsetmiştik. İlaveten, tarihte güzel eserler bırakan büyük şahsiyetlerin, aslında yaşadıkları dönemde çok da anlaşılıp, kıymetlerinin bilinmediğini dile getirmiştik.

Yine o yazımızda, Büyük Türk Hun İmparatoru Mete Han’dan başlayıp, Büyük Selçuklu Hakanı Sultan Alparslan’a kadar, ‘köşe taşı’ niteliğindeki büyük liderleri kısaca anlatmaya çalışmıştık.

Kaldığımız yerden devam edelim…

Osman Gazi:

Moğol istilasıyla dağılan ve çok sayıda Anadolu beyliğine dönüşen Büyük Selçuklu Devletimizin ardından, hem Anadolu Türklüğünü, hem de çevredeki diğer Türk ve Müslüman varlıklarını yeniden toparlamanın temel taşlarını döşeyen büyük liderimizdir, Osman Gazi.

Babası Ertuğrul Gazi’nin temellerini attığı Devlet-i Âliye (bu kavramı, dönemin Süper Gücü olarak okuyabiliriz) inşa edip, az bir zaman içinde yeniden Anadolu’daki Türk birliğini sağlamıştır. Kurduğu devlet, dünyanın gördüğü en büyük imparatorluklardan birisi haline gelmiştir.

Babası Ertuğrul Gazi ile birlikte Osman Gazi’yi ‘büyük lider’ vasfına ulaştıran en önemli meziyeti; başta Karamanoğlu olmak üzere, Selçuklu’nun devamı olan çok sayıda ‘devedişi’ misali hanedanlar varken, Türklüğü yeniden toparlama görevinin/başarısının Osman Gazi ve soyundan gelenlere kısmet olmasıdır.

Bu meyanda, başta Şeyh Edebalı olmak üzere, Hoca Ahmet Yesevî atamızın önde gelen ‘bayrak taşıyıcılarının’, payitaht Konya ve Karamanoğlu Hanedanı yerine, Bilecik-Söğüt’e post sermeleri de fevkalade anlamlıdır.

Biz, Alperen gazilerin, gönül aydınlığından gelen bu hikmetli duruşu; Tonyukuk’un Bilge Kağan yanında, Çağrı Bey’in de Sultan Tuğrul yanında yer almasıyla benzeştirelim.

Peki, Osman Bey’in etrafındaki yöneticiler ve Türkmen topluluğu, kurdukları devletin, tarihin akışında nasıl bir işlev göreceğinin farkında mıydı?

Ya da Osman Gazi, yaşadığı dönemde doğru anlaşılıp takdir edildi mi? Sanmıyorum…

Fatih Sultan Mehmet:

Timur Han’ın, bize göre çok yanlış bir kararla, Çin üzerine yürümek yerine, Altınordu, Osmanlı ve diğer bazı Türk devletleriyle mücadeleye girişmesi, Osmanlı’nın cihan hâkimiyetini en az 50 yıl geciktirdi.

1402’deki Ankara Savaşı yenilgisiyle başlayan Fetret Devri’ni takiben, Sultan İkinci Murat’ın Batılı saldırganlar karşısında Varna ve Kosova’da elde ettiği zaferlerin tahkim ettiği Türk Devleti için ‘Fethi Mübin’ vakti, Sultan İkinci Mehmet’le birlikte gelmişti.

İstanbul’u fethederek ‘Fatih’ unvanını alan İkinci Mehmet, bu fetihle hem yeni bir çağ açmış, hem de Türk Devletini ‘süper güç’ haline getirmiş; böylece ‘dâhi hükümdarlar’ sınıfındaki yerini almıştır.

Fatih’in yetişmesinde ve İstanbul’u fethetmesinde manevî destek olarak yanında ve arkasında duran, Akşemseddin, Molla Güranî gibi âlim ve manevî önderleri de unutmayalım.

Peki, Fatih İstanbul’u kuşatırken, başta Yeniçeri ağaları ve Çandarlı Paşa olmak üzere, muhalefet eden, hatta karşısına dikilen bürokrasi unsurları yok muydu? Fazlasıyla vardı.

Dahası, fetih için verilen canlar ve katlanılan ekonomik sıkıntılar dikkate alındığında, ordunun ve sıradan ahalinin de çok büyük bir hevesle fetih yürüyüşüne katıldığını söylemek gerçekçi olmaz.

Oysa bugünden geriye baktığımızda, Sultan Fatih’ten sıradan bir Türkmene kadar, İstanbul’u fetheden herkese teşekkür ve minneti borç biliyoruz.

Eğer İstanbul, onca zorluk ve emeklerle fethedilmemiş olsaydı, bugün Türklerin Anadolu’daki varlığı bile tehlikede olabilirdi. Hatta daha beteri…

Kendi döneminde hakkının verildiğini sanmadığımız Fatih Sultan Mehmet, bugün dünya tarihinin en büyük liderleri arasındaki yerine oturtmuştur.

Yavuz Sultan Selim:

Çok kısa sayılan, 8 yıllık hakanlığı dönemine akıl almaz fetihleri sığdıran Yavuz Sultan Selim, son derece isabetli bir tespitle, Müslüman-Türklerin, Batılı emperyalistler karşısındaki en büyük zaafının Doğu sınırları olduğunu görmüştür.

Yavuz, Devlet-i Âliye’nin Doğu ve Güneyini emniyete almak üzere; İran’daki Türk Devleti’ne karşı 1514’te kazandığı Çaldıran Zaferiyle, Safevî Hükümdarı Şah İsmail’e sınırlarını bildirdi.

Ardından, 1516’da başlayıp 1517’de tamamladığı seferle, Mısır’a hükmeden bir diğer Türk hanedanı olan Memlükleri yendi. Mısır’a hâkim olan ve ‘İslam Halifesi’ sıfatını da taşıyan Sultan Tomanbay’ı mağlup eden Yavuz, bu zaferle, Mısır ve Ortadoğu’yu Osmanlı hâkimiyetine almanın yanısıra; devletin Doğu ve Güney sınırlarını emniyete kavuşturarak, Batıya yönelişin yolunu açan cesur sultan olmuştur.

Ayrıca, Mısır’daki Kutsal Emanetlerle birlikte, İslam Halifeliği sıfatı da Osmanlı-Türk Hakanlarına geçmiştir. (Ki, Hilafet makamı, bugün TBMM’nin manevî şahsiyetinde olmak üzere, Türk Milletindedir.)

Aynı soruyu tekrarlayalım: İstanbul’da rahatça oturup Boğazda keyif yapmak dururken, 3-4 yıl boyunca sefer ve savaş halinde olmak; Sina Çölü gibi, insanın dayanma sınırlarını aşan zor yerleri aşarak zafere koşmak, bürokrasi ve askerler için ‘maddî planda’ imrenilecek bir olgu mudur?

Öyle olmadığını, sefer sırasında askerin homurdanmasından, bazı paşa-vezirlerin itirazlarından, hatta Yavuz’un çadırına ok atılmasından biliyoruz.

Bugün tarih, Yavuz’u, ait olduğu yere altın harflerle yazsa da, yaşadığı dönemde takdir ve iltifat gördüğünü sanmıyoruz.

Kanuni Sultan Süleyman:

Osmanlı Türk Devleti’ne altın çağını yaşatan, gücünü cümle âleme kabul ettiren ve fetih ülküsünü Viyana’ya kadar taşıyan, Batılıların ‘Muhteşem Süleyman’ olarak kayıtlara geçirdiği Kanunî Sulta Süleyman

Babası Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneyi emniyete almasıyla, tüm gücünü Avrupa’ya sevkeden Kanunî, 46 sene gibi uzun bir dönemi oluşturan saltanatının, doğal olarak küçük bir bölümünü İstanbul’da geçirdi. (Her ne kadar bazı süflî televizyon dizileri, ‘haremde cariye kovalayan sultan’ kurgusuyla sunsa da, Muhteşem Süleyman’ın, Topkapı Sarayı’nda kalmaya fazlaca vaktinin olmadığı, tarihî bir hakikattir.)

Kanunî ve kazandığı zaferlerin sadece isimlerini yazmak bile bu sütunun sınırlarını aşar.

Şu kadarını söyleyelim: Evet, 1689’daki İkinci Viyana Kuşatması başarısızlığımızın ardından, Avrupa’daki varlığımızı adım adım geriye çeksek bile, bugün Anadolu ve Trakya’da tutunabiliyorsak, bunu büyük ölçüde Kanunî’nin muhteşem Avrupa seferlerine/zaferlerine borçluyuz.

Aynı soruyu bir kez daha soralım: Kanunî’nin etrafındaki bürokratların kaçı, Avrupa üzerine yapılan seferlere istek ve hevesle katılıyordu? Ordunun ve halkın yüzde kaçı, kurulu ve rahat düzenini sürdürmek varken, her sene aylarca sürecek seferlere iştah gösteriyordu?

Bu soruya, gururumuzu okşayacak cevap bulmak isterdik, fakat fazla naif bir beklenti olur.

Bugünden geriye baktığımızda, Kanunî’yi ve etrafındaki ‘değerli akılları’, tarihin kahramanlık sayfasının ilk satırlarında görüyoruz.

Sultan Abdülhamit Han:

Osmanlı Türk Devletinin çöküş süreci ikindi vaktine ulaştığında tahta geçen Sultan İkinci Abdülhamit Han, liderlik dehasıyla, Türk Devletine çok değerli bir 33 yıl kazandıran, zor zamanların dirayetli sultanı olmuştur.

1839 Tanzimat Fermanı ile yalpalamaya başlayan Türk Devleti, İngiliz-Fransız kurnazlığıyla sürüklendiği 1853-1856 Kırım Savaşı’nı kâğıt üzerinde kazanmış olsa da, Batılı emperyalistler tarafından ‘borçlandırılma kıskacına’ alınmıştı.

Devletin zayıflamasına uyumlu şekilde, öncelikle devlet içindeki Hıristiyan unsurlar, akabinde de Türk olmayan Müslüman unsurlar, Batılı emperyalistler tarafından kaşınmaya, kışkırtılmaya başladı.

Ve nihayet, Türk tarihinin en ağır yenilgilerinden biriyle sonuçlanan ve devletimizin omurgasını kıran ’93 Harbi (1877-1878) başımıza sarıldı.

Bu belayı başımıza saran da, yine İngiliz-Fransız aklı ile onların içimizdeki ‘devşirme bürokrasisi’ oldu.

Tahta 1876’da geçmiş olan Abdülhamit Han’ın, devletin iplerini henüz eline alamamış olmasını fırsat bilen o devşirme bürokrasi, Meşrutiyet’i ve Meclis-i Mebusan’ı da kullanarak, Türk Devletini, hiç olmaması gereken zamanda, olmaması gereken bir savaşa soktu.

Tuna ve Kafkas cephelerinde yaşadığımız ağır yenilgiden sonra, Avrupa’daki varlığımızın büyük bölümünü kaybetmemize ilaveten, Doğu sınırlarımızdaki bazı illerimizi de maalesef Ruslara kaptırdık.

Böylesine ağır şartlarda tahta oturan Abdülhamit Han, kişisel liderlik dehası sayesinde, 33 yıl boyunca Türk Devletini ayakta tutmayı başardı.

Onlarca suikast girişimini atlattı. Amcası Sultan Abdülaziz’in katillerini dahi idam ettirmediği halde, Müslüman-Türk düşmanlarının ‘Kızıl Sultan’ suçlamalarına, ‘bizden olduğuna kuşku duymadığımız’ bazı büyük şahsiyetler de ‘İstibdat’ suçlamasıyla eşlik etti.

Sonradan getirilen nedametler, Sultan Abdülhamit sonrasında devletin İttihatçılar elinde hızla çöküşünü engelleyemedi.

Aynı soruyu soralım: Alman Şansölyesi Bismarck’ın deyimiyle ‘dönemin liderlerinin aklının yüzde 90’ına tek başına sahip olması’ iltifatı bir yana, Abdülhamit’in kıymeti ve Türk Milletine kazandırdıkları takdir edildi mi?

Edilmediğini gayet net biliyoruz. Edilseydi, en azından Namık Kemal ve Mehmet Akif gibi büyük vatanseverlerin muhalefetine maruz kalmazdı.

Tarih, Sultan İkinci Abdülhamit Han’ı da hak ettiği yere oturtmaktadır; bu manada tartışmalı süreç devam etse de, az bir zaman sonra taşlar yerli yerine oturacaktır.

Bir sonraki yazımızda inşallah, Gazi Mustafa Kemal Atatürk-Recep Tayyip Erdoğan çizgisini ele alalım.