Tam olarak uçurumun kenarından dönmüşüz

Nihat Kaşıkcı

Nihat Kaşıkcı

Tüm Yazıları

14 Mayıs seçimleri öncesindeki yazılarımda, CHP’nin başını çektiği masa ittifakının seçimi kazanması halinde Türkiye’nin bir felakete sürüklenebileceğine dair birçok ifade kullanmıştım.

Bu bağlamda en yakın tehlikenin de Irak ve Suriye’de asker bulundurma tezkerelerinin akıbetine dair olduğunu vurgulamıştım.

Dilerseniz, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçildiği ve PKK’nın da ortak olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti kabinesi kurulduğunu farz edelim. Ve bu kabinenin de uyumlu çalıştığını varsayalım. Ekonomi, iç ve dış ticaret, sosyal yaşam, hukuk düzeni, içerideki asayiş filan, bunların hepsini bir kenara bırakıp, sadece dış politikada nelerin yaşanabileceğini zihnimizde canlandırmaya gayret edelim.

*

Türkiye’nin, başka ülkelerde, terörle mücadele ve barışı koruma görevi icra eden askerî birlikleri bulunuyor. Yalnızca Irak ve Suriye’de değil; Somali’den Sudan’a, Katar’dan Arnavutluk, Kosova ve Bosna-Hersek’e kadar birçok ülkede asker bulunduruyoruz.

Anılan ülkelerdeki askerî varlığımız, uluslararası hukuk kurallarıyla uyumlu olduğu gibi, iç hukukumuza da uygun olarak devam etmektedir. Yurtdışına asker gönderilebilmesi veya gönderilmiş askerlerin oralardaki varlığının devam edebilmesi için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Cumhurbaşkanına yetki vermesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanı bir tezkereyle TBMM’den yetki istiyor. TBMM tezkereyi kabul ederse, yetki verilmiş oluyor. (Hani Tek Adam yönetimiydi? Başkumandan bile Meclis’ten yetki almadan asker gönderemiyor.)

Cumhurbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu, zaten Türkiye’nin yurtdışına, özellikle de Irak ve Suriye’ye asker göndermesine karşı olduğu için, yürütmenin başı olarak, TBMM’den bu konuda yetki almaya gerek duymuyor. Yani Irak ve Suriye’de Türk askeri bulundurulmasının iç hukuktaki dayanağı olan tezkereyi Meclis’e göndermiyor.

Bu durumda, TBMM iradesi aksi yönde tezahür etse bile, olmayan tezkerenin nesi kabul edilecek? Türk askeri, anılan ülkelerdeki terörle mücadele görevini hangi yetkiyle yürütecek? Doğal olarak oralardaki askerî birliklerimiz, 1 Kasım 2023 tarihi itibarıyla geri çekilmek zorunda kalacak.

Cumhurbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve PKK’nın siyasî uzantılarının da içinde bulunduğu müttefikleri, daha önce defalarca itiraz ettikleri Libya ile Deniz Yetki Alanları Anlaşması’nı iptal kararı almış. Hatta Libya’daki askerlerimiz de yetki tezkeresi gönderilmediği için, mevcut tezkerenin süresi dolduğunda zorunlu olarak geri dönecek. Aynı durum; Katar, Somali ve Sudan için de geçerli olacak. Tabi, ABD ve AB ülkelerinin arzusuyla da örtüştüğü için, Bosna-Hersek ve Kosova’daki askerî varlığımızın devamı mümkün olabilir.

Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu, yine önceki beyanlarından anladığımıza göre, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki petrol ve doğalgaz arama çalışmalarımızı da durdurma kararı almış bulunuyor. Zira Türkiye’nin enerjiye erişim çabalarının Yunanistan’dan başlayıp, ABD’ye, hatta İran’a kadar uzanan çok sayıda ülkeyi rahatsız ettiğini biliyoruz. Eh, Sayın Kılıçdaroğlu da ‘barış ve huzurdan yana bir devlet adamı’ olduğu için, Türkiye’nin başını küresel güçlerle ve komşu ülkelerle derde sokmak istemiyor. Dolayısıyla, sık sık beyan ettiği, “Orada ne işimiz var? Burada ne işimiz var? Hangi gerekçeyle oraya gittik? Niye o ülkenin iç meselelerine bulaşıyoruz?” tarzındaki ‘haklı ve yerinde’ (!) çıkışlarının gereği olarak, Türkiye’nin elini-ayağını her yerden çekiyor.

El-ayak çekmenin istisnaları da olmayacak değil. Mesela, Sayın Kılıçdaroğlu, seçimi kazandığında, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu Rusya’ya hatırlatacağından bahsetmişti. Tam da bu hatırlatmanın bir gereği olarak, devam eden savaşta, Türkiye’nin aktif tarafsızlık konumundan vazgeçip; ABD-AB eksenine, yani Ukrayna’dan yana taraf haline gelmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Gelelim terör devleti İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulme… Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh!...’ düsturuna sıkı sıkıya bağlı olduğundan, Türkiye sınırlarının dışında yaşanan hiçbir meseleyle ilgilenmeme politikası izliyor. Bunun gereğince, “Biz, İsrail ve Filistin’in iç işlerine karışmadığımız gibi, aralarındaki savaş hali de bizi ilgilendirmiyor. Mümkünse sivil can kayıplarının en aza indirilmesini umuyoruz” demek suretiyle, Türkiye’nin başını bu beladan da kurtarmış oluyor.

Kemal Bey, Yunanistan’la aramızdaki ağır anlaşmazlık konuları olan Adalar Denizi ve Kıbrıs sorununu da “Orada ne işimiz var, hangi gerekçeyle bulunuyoruz?” mantığıyla çözdüğü gibi, başta Karabağ ve Kosova gerginlikleri olmak üzere, Türkiye ile ilişkilendirilen tüm uluslararası sorun alanlarından burnumuzu çıkarmış ve ülkemizi tam bir ‘barış adası’ haline getirmiştir.

Eh, bundan sonrasını da bu barışı bozanlar düşünsün, vesselam.

*

Gördüğünüz gibi, sorunlar nasıl kolayca çözülüp, ülke bir anda selamete ulaştı.

Şaka bir yana, eğer Dünya denilen bu gezegenin en zor ve netameli coğrafyasında yaşamıyor olsaydık… Hatta Güneş sisteminde, hatta hatta Samanyolu galaksisinde değil de Andromeda galaksisinin uzak bir köşesindeki küçük bir gezegende yalnız başımıza yaşıyor olsaydık… İşte o zaman, Cumhurbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘tarafsız ve amaçsız’ ülkesi olarak barış ve huzur içinde yaşayıp gidebilirdik.

Fakat ne yazık ki, hayal âleminde değil, dünya gerçeğinde yaşıyoruz. Ebedi vatanımız olan Anadolu ise yeryüzünde gelip geçmiş tüm büyük devletlerin, imparatorlukların merkezi olmuş bir coğrafya. Doğudakilerin de, Batıdakilerin de, Kuzeydekilerin de, Güneydekilerin de gözü hep burada olmuş ve olacak.

Eğer sınırlarımıza çekilerek, Anadolu coğrafyasında barış ve esenlik içinde yaşayabileceğimizi sanıyorsak… Bu durumda ne Sultan Alparslan’ı, ne Osman Gazi’yi, ne Fatih Sultan Mehmet’i, ne Yavuz Sultan Selim’i, ne Kanuni Sultan Süleyman’ı, ne Abdülhamit Han’ı ve ne de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamamışız demektir.

Cumhuriyet’ten öncekilere şaşı bakanlar, azıcık insaf ve iyi niyetleri varsa, Mustafa Kemal’in daha henüz alt rütbeli bir Osmanlı subayı iken Trablusgarp’ta ve Filistin topraklarında neden bulunduğunu ve neler yapmaya çalıştığını azıcık anlamaya çalışsınlar.

Evet, tahayyülü bile insanın içini karartan böyle bir tablodan, hem bütün Türkiye’yi, hem de Türk-İslam âlemini Yüce Allah korumuş.

Kemal Bey ve masa arkadaşlarının yapacağı en doğru ve hayırlı iş, bir yandan kendi partilerindeki iç kavgalarla zaman geçirmek, diğer yandan da oturdukları masanın altından birbirlerinin dizine tekme atmak olmalıdır. Zira Türkiye ve dünya meseleleri onları aşıyor.