Cumhuriyet insan onuruna değer veren rejimdir.
Cumhuriyet geleceğe ümitle bakıp, ondan güç alarak yol almayı sağlayan rejimdir.
Cumhuriyet bedava kazanılmış bir rejim değildir. Kan dökülerek kazanılmış bir başarının silinmeyecek adıdır.
Cumhuriyet insan onuruna değer veren rejimdir.
Cumhuriyet geleceğe ümitle bakıp, ondan güç alarak yol almayı sağlayan rejimdir.
Cumhuriyet bedava kazanılmış bir rejim değildir. Kan dökülerek kazanılmış bir başarının silinmeyecek adıdır.
Dile kolay Anadolu basınında iktidarın ve muhalefetin beslemesi olmadan, yandaşcısı olmadan, yalan yazanı olmadan, bağımsız olarak dimdik ayakta kalmak Türkiye koşullarında adeta dağları kazmayla delip yol açmaktan daha zordur.
Yıl 1983 ihtilalin ayak seslerinin henüz bitmediği bir yıl. O yıl başlıyorsunuz basında var olmaya, 1994 krizini yaşıyorsunuz, arkasından 2001 ve 2008 krizini yaşıyorsunuz, yine de ayakta kalıyorsunuz. Buna mucize denmez de neye denir.
Bu kadar krizlere ve çocukların büyümesine rağmen iki kardeş arasında en ufak kum tanesi kadar bile tartışma, ayrışma olmamasıdır mucizelerin ikinci en büyüğü de. Çünkü Anadolu da kardeşler peygamber soyundan olsa bile maalesef mutlaka kavga eder ortaklığı bitirirler.
26 Ağustos 1922’ den başlayıp 30 Ağustos 1922 gününe kadar 5 gün 5 gece devam eden Büyük Taarruz’un ardından gelen başarının adıdır 30 Ağustos.
Bu Büyük Taarruzun planını titizlikle ve gizlilikle yapan ATATÜRK’ün üstün zekasının ürünüdür 30 Ağustos.
Köyümüz Hacıhasanlı’nın yetiştirdiği en yiğit insanlardan birisiydi Takalı Mehmet Demirelli Amcam.
Köyde bileğinin gücüyle muhtarlık mücadelesinde nasıl başarılar gösterdiğini, ilçe kaymakamına posta koyduğunu, dağdaki geveni kiraya vererek köy bohçasına bütçe yaratmasını, verdiği haklı kararlara itiraz edeni köy meydanında tokatlamasını, imece usulü ile köy çeşmesi kazandırdığını, ihtiyar heyeti azası olan babamla beraber köy için verdikleri mücadeleden dolayı iftirayla cezaevine düşmelerini, cezaevinden çıktıklarında köyde adeta sayısız şarjörler boşaltılarak köy meydanında karşılanmalarını şahit olduğum unutamadığım önemli anılarım arasındadır.
Babam Çakır Osman, Şakir Turgut amca, Mehmet Amcanın teyze oğlu Ferhat Kaya, Alistanın Mehmet dediğimiz Mehmet Doğan, yine çok erken ve genç yaşta kaybettiğimiz Muharrem İşleyen amca gibi bir elin parmakları kadar olmayan sayıdaki yiğit ve eli bol insanlar vardı köyümüzde.
1861 yılında Mithatpaşa Memleket Sandıkları kurarak; camiler, köprüler ve limanlar yaptırmıştır.
Cumhuriyet döneminde ise 1920’den itibaren Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Kooperatifleşme ve Şirketleşme Kanunlarında imzası var. 1921’de Su Ürünleri Kooperatifi, 1923’de İstihsal Kooperatifleri, 1935’de Zirai Kredi Kooperatifleri kurarak kurdurarak öncülük etmiştir. 1923’le 1938 arasında Türkiye’nin her yerinden Zeytin Kooperatifinden Sütçülük Kooperatifine, Tiftik Kooperatifinden, Damızlık Yetiştirme Kooperatifine, Su Ürünlerinden Tarım Kredi Kooperatiflerine yüzlerce değişik dalda kooperatifler kurulmuştur.
Bu kooperatiflerin birçoğu o günün koşullarında iş ve istihdam ve mali kaynak yaratmada öncü olmuştur, önder olmuştur. İmece Usulü’nü Kooperatifçiliğe dönüştüren köyler kalkınmaya başlamıştır. Çiftçilik daha bilgiyle yapılmıştır, köylüde kalkınmıştır. Kalkınma için en önemli mihenk taşı olmuştur.
Kırşehir’imizin kaderinde 7 rakamı uğur getirmiştir. Kırşehir’imizde 7 rakamının olduğu sayılar dönüm noktası olmuştur. 7 rakamı bazen tarihsel dönüm noktasına denk gelmiştir. Kırşehir’in oluşumundan bugüne kadar 7 rakamı olan sayılar Kırşehir’imizin özel ve güzel tarihlerine rastlamıştır. Bu rastlantı değil. Özel olarak 7 rakamının Kırşehir’e talih getirmesi olduğuna inanıyorum.
Dürüst Esnaflığın Önderi AHİ EVRANI VELİ, Türk Dilinin Önderi AŞIKPAŞA, Tasavvuf dilinin Önderi AHMEDİ GÜLŞEHRİ, Gökbiliminin Kurucusu CACABEY, Kardeşliğin Önderi HACIBEKTAŞİ VELİ, Türkmenlerin Önderi SÜLEYMAN TÜRKMANİ, Sevginin Önderi YUNUS EMRE bu İnsanlığa Dürüstlüğe, Bilime, Kardeşliğe, Türk Diline, Sevgiye Önder İnsanların Sayısıda 7.
Birçok bakanlığın adı değişti. Adalet, Bakanlığı hariç bütün bakanlıkların isim değişikliği oldu, İçişleri Bakanlığı adı değişmedi. Ancak bağlı kuruluşlar değişti. Bağlanan kurum ve kuruluşlar değişti. Dışişleri Bakanlığı adı değişmedi. Ancak bağlı kuruluşlar oldu, lağvedilen Avrupa Birliği Bakanlığı buraya bağlandı, Milli Savunma Bakanlığı adı değişmedi. Ancak bağlı kurumlar değişti. Maliye Bakanlığı Hazine ve Maliye oldu, Ulaştırma Bakanlığı, Ulaştırma Denizcilik, Haberleşme Bakanlığı, Ulaştırma ve Alt Yapı Bakanlığı diye 3.defa ismi değişti. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarım ve Köy İşleri, Tarım ve Orman Bakanlığı diye iki defa isim değişti. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı diye iki defa isim değişti. Gençlik ve Spor Bakanlığı yeni kuruldu. Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Çalışma Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı diye üç defa değişti. Avrupa birliği Bakanlığı kuruldu, kapandı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı kuruldu, kapandı. Kalkınma Bakanlığı kuruldu, kapandı. Ekonomi Bakanlığı kuruldu, kapandı. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı iki defa ismi değişti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Aile Bakanlığı birleşerek bir defa isim değişti. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı kuruldu, kaldırıldı. Ticaret Bakanlığı kuruldu. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı adı değişmedi ancak alttaki kurumlar değişti. Başbakanlık, başbakan yardımcılığı devlet bakanlıkları, bakanlık müsteşarlıkları kaldırıldı. Adeta devletin hafızası silindi, yok edildi.
Yukarıda saydığım bakanlıkların adı değiştikçe yeni amblem, yeni antetli kağıt, yeni tabela başta olmak üzere milyonlarca bu devletin parası harcandı. Bu kadar isim değiştirerek, tabelaları değiştirerek ne oldu insanların geliri mi arttı? İş arayan iş mi buldu? Evi olmayan evsizler ev sahibi mi oldu? Yeni düzende Bakanlık sadece sekreterya görevi haline getirildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve halkın seçtiği milletvekilleri ile bakanlıkların irtibatı kesildi. Bürokratlar milletvekillerinin telefonuna çıkmamaya başladı. Olan kime oldu, gariban vatandaşa TBMM’ne gelen vatandaş gelmemeye başladı. Herkes il başkanlığı aracılığı ile İlçe Başkanı aracılığı ile genel başkana ulaşıp işini halletme, sorununu çözme gayretine girdi. Sorunlar çözüldü mü? Hayır... Biriktikçe birikiyor. Birikecek de, çünkü devlet artık tek kişiden sorumlu. Tek kişi her şeyi çözecek evet sistem tıkandı. İki yıl olmadan. Hızlı hizmet vaadi çöktü iş ve işlemler yavaşladı. Devlet küçülecek derken, devlet daha hantal hale getirildi. Yerele yaymak, yereli güçlendirmek gerekirken 50 yıl öncede vatandaş hizmeti Ankara’dan bekliyordu. Şimdi de daha fazla bekler oldu. Vatandaş milletvekiline ulaşıyor. Milletvekili, bakana ulaşıyor. Bakan seni severim sayın vekilim, ancak genel başkana söyle, ona ulaş diyor. Herkes genel başkana ulaşacaksa orada kuyruk oluyor. 330 milletvekili, 81 il başkanı 973 ilçe başkanı herkes genel başkana ulaşma derdinde, telaşında, derdine çözüm bulmak için. Burada sorun böyle çözülür mü? Hayır... Çözülmüyor. Çözülmez de olan yine gariban vatandaşa oldu. Bakanlık ismi değiştirerek, bolca yeni genel müdürlük oluşturarak olmuyor, olmazda. Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, Cumhuriyetin kurumlarını kapatarak, kuruculardan ah aldınız. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet kurumlarının her yerden adını silmeye çalıştınız. Ancak yanılıyorsunuz. Kurumların adı değişebilir. Tabelaları değişebilir de. Bu milletin devletine bağlılığını Atatürk’e olan sevgisini de silemezsiniz silemeyeceksiniz de. Asırlarda geçse bunu unutmayın...
Bakanlık ismi değiştirmek tek işe yaradı, iş bulamayan eski AK Parti milletvekillerinin bakan yardımcısı olmasına vesile oldu. Sevinen sadece bir avuç partili. Millette avucunu yaladı, yalıyor.
Gelir dağılımında ve adalet uygulamalarında “adalet” yok. Ülkemizde, son 20-25 yılda sürekli üst grupların giderek zenginleştiği ve alt gelir gruplarının da giderek çoğaldığı bir dönem yaşıyoruz. Muhtaçları çoğaltarak onlara “ölmeyecek kadar” yardım ederek bir çark döndürülüyor ne yazık ki, “yoksulluğu ortadan kaldıracağız” diyenler, yolsuzluğu artırarak muhtacı çoğaltma düzeni kurdular.
Bir memlekette suç oranı düşükse, herkesin evi varsa; herkesin işi varsa, herkesin aşı varsa, hiçkimse muhtaç değilse orada İslamiyet vardır. Orada adalet vardır. Orada o zaman Yüce Allah’ın Ayetleri, Peygamberin Hadisleri yerini bulmuş demektir. Fakirliğin olduğu yerde fikir olmaz. Sadaka düzeni olur. Muhtaçların çoğalması düzeni olur.
Ülkemizde 1000 kişiden 704’ü borçlu, 1000 kişiden 400 kişinin ısınma problemi var, işsizlerimizi milyonlarla telaffuz ediyoruz. Açlık sınırında yaşayan insan sayısı 10 milyonun üzerinde. Son yıllarda cami sayımızda artış var. Hapishane sayımızda da artış var. Fabrika yok. Üretim yok, tarım bitmiş, biz sadece tüketiyoruz. Bir ülkede huzurun olduğu, huzurlu insanların olduğunun en büyük ölçüsü cezaevlerinin çoğalmamasıdır. Cezaevlerinin çoğaldığı bir memlekette gelir adaletinden bahsetmek mümkün değildir, olmazda. Gelir adaletinin olmadığı yerde; hırsızlık, gasp ve soygunda haliyle çok oluyor. Uyuşturucu kullanımı artıyor. Suç oranımız da hiç aşağı rakamlara düşmüyor. Düşürme çabası içerisinde değiller, idare edenlerimiz. Cezaevine “bacasız fabrika” gözüyle bakan idarecilerimiz, siyasetçilerimiz var maalesef.
Ankara, yöredeki ilk yerleşimi M.Ö. 2000’li yıllara dayanan ve HİTİT, FRİGYA, LİDYA, ROMA, PERS, SELÇUKLU ve OSMANLI medeniyetlerine tanıklık eden bir kent.
Ankara, HELENİSTİK dönemde GALAT boylarından TEKNOSAG’ların başkenti, ROMA döneminde taşra örgütünün başkenti, Bİzans döneminde imparatorların konakladığı, OSMANLI döneminde ise Anadolu eyaletlerinin merkezi olan bir kent.
Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar yaklaşık 4000 yıllık kadim Anadolu medeniyetlerine ev sahipliği yapmış, Ankara’nın temsil edildiği bir amblemde geçmiş uygarlıklar yerini almalı.
Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllardan bugüne kadar korunmuş olan Devlet arazileri, limanlar, binalar, fabrikalar, kıymetli arsalar, devlet üretme çiftlikleri sosyal tesislerinin hepsi birer birer satıldı. Devletin bütün birimleri neredeyse kiralık binalarda. Satılan bu bina ve arsaların gelirleri nereye gitti? Bu bilinmediği gibi adeta zengin bir adamın hovarda evladı gibi elde avuçta ne varsa satıldı. Devletimiz kiraya taşındı. Hem de 10 yıllık-25 yıllık uzun vadeli sözleşmelerle, sadece Ankara'da yüzlerce Devlet Kurumu kirada maalesef.
1150 odalı kimine göre kaçak, kimine göre süper lüks, kimine göre yüzmeyen, yeryüzünün ultra sarayında bir kişiye 3 oda düşerken Cumhurbaşkanlığı iletişim başkanlığının Çukurambar’daki 25 katlı binaya taşınması nasıl izah olunur? Acaba bütçe fazlalığı mı var?
Sormak gerekirse; Devletimizin kurumlarını yönetenlere... Sizler Allah aşkına nerede doğdunuz? Saraylarda mı doğdunuz da biz mi bilmiyoruz? Hepiniz bizim gibi köylerde doğdunuz, bunu biliyoruz. Ancak Allah aşkına nedir bu rezidans sevdanız, geniş oda sevdanız? Kendi paranızla olsa bu rezidanslara kiraya çıkar mısınız? Devletin kurumlarının mütevazi olması gerekmez mi? Bütün binaları boşaltarak, satarak Devleti kiracı konumuna düşürmek sizde hiç mahcubiyet yaratmıyor mu? Yaratmaz mı?
Türkiye Hastaneler Kurumu diye bir kurum kuruldu. Altına da Türkiye çapında Genel Sekreterlikler açıldı. Büyükşehirlerde de sayıları 2, 3, 4 olan Genel Sekreterlikler kuruldu, binalar, tutuldu kiralar ödendi, bu kurum kapandı gitti. Cumhuriyet döneminde kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü kapandı, yerine Türkiye Halk Sağlığı Kurumu kuruldu, burası da kapandı. S.S.K, Emekli Sandığı ve BAĞ-KUR kapandı. Yerine Sosyal Güvenlik Kurumu kuruldu. 3 genel müdürlüktü, 9 genel müdürlük oldu. S.G.K’nın altında ayrıca İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, Kamu Gözetim Kurumu kuruldu, Ombustmanlık (Kamu Denetçiliği Kurumu) kuruldu. Bu üç kurum vatandaşın hangi derdine deva oldu merak ediyorum. Tıbbi ve İlaç Kurumu kuruldu, Tütün Kurumu kuruldu kapandı. Şeker Kurumu kuruldu kapandı, Bilgi Teknolojileri Kurumu, Mesleki Yeterlilik Kurumu, Kalkınma Ajansları, Verileri Koruma Kurumu, Nükleer Düzenleme Kurumu kuruldu.
Vakıf, Ziraat, Halk Bankaları, Katılım Bankaları kuruldu. Bu üç banka değil de eğer ihtiyaç tek kamu bankası katılım bankası kursa dünyanın sonu mu oluyordu? Kurulan bu kadar kurum, kiralanan koca koca binalar vatandaşın hangi problemini çözdü? Ha, bunların üzerine, birde olmayan varlıklarımızla devletin ne kadar gelir getiren kurumu veya şirketi varsa Türkiye Varlık Fonu kurduk. Bu da tam bizim ekonomimize göre tam oldu. Tam bize göre bir durum. Olmayan varlığımızın kocaman bir Varlık Fonu oldu, şükür!
Dünyanın gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeleri olan ve kenara koydukları birikimleri ile kuruyorlar varlık fonunu Biz ne yapıyoruz varlığımız olduğu için değil varlıklarını yurtdışı kuruluşlara ipotek vermek için, ipotek vererek, kredi bularak bu fakir milleti 30-40 yıl daha borçlandırmak için kuruyoruz olmayan varlığımızın fonunu. Nasıl olsa siz kurmadınız ve kapatamadınız. Bari ipotekleyerek kapatalın mı diyorsunuz? Hangi yaramıza merhem oldu varlık fonu, işsizler iş mi buldu? Hemen anlı şanlı bina kiralayıp, yüksek yüksek maaş almaya başladılar ve pahalı pahalı araçlar aldılar varlık fonu üye ve danışmanları şu ana kadar hangi vatandaşın yarasına merhem oldu da kurulan kurumlar sadece birilerine yüksek maaş ödeme dışında kurulan kurumların vatandaşın dişine dokunur iş yaptığını görmedik bürokrasiyi fazlalaştırmaktan başka, hani bürokrasi azalacaktı?
Diyanet İşleri Başkanı padişaha göre fetva veren şeyhülislam sanıyor kendini. İktidara göre yorumlar üretiyor. Siyasi otoriteye göre yorum yapmak değildir din adamlığı. Asırlardır kılınan Cuma namazına ilk defa kılınıyormuş gibi, Yeni Bir Çağ açan Fatih Sultan Mehmet’in kemiklerini sızlatarak “Fetih” demek değildir, din adamlığı.
Diyanet bir inanç kurumu değildir ama ibadethanelerimizi ve görevlilerin özlük haklarını düzenleyen bir Devlet kurumudur. Devlet kurumu olarak idarecilerine göre vaziyet alabilirsin, ancak kendinizi din yönlendiricisi olarak göremezsiniz. Bilmiyorsanız öğrenin... İslamiyet yoksulluğu ve adaletsizliği ortadan kaldırma dinidir. Yolsuzluğu aklama, ona göre hadisi şerif bulma dini değildir. Diyanet laik devletin kurumu gibi davranmalıdır. İktidarların destekçisi, onun koruyucusu gibi değil, diyanet kalpleri ve dilleri yumuşatmalı aparat olarak kullandırılmamalıdır.
İnsanların cinsel hayatı ve yatak odaları kimseyi ilgilendirmez. Hele Diyaneti hiç ilgilendirmez, ilgilendirmemeli de.
İçeriye kapandığımız bu süreçte ihtiyaç sahibi olanların farkında mıydık? Onları düşünen kaç kişiydik, bir deneme fırsatım oldu. Oldu iyi de oldu. Rehberimizde kayıtlı 5000’lere yaklaşan sayıdaki isimden hangisi etrafındakilerin farkındaydı da bir nevi sağlamasını yapma fırsatı buldum.
Evde kalmayı değişim dönüşüme, insanları daha iyi tanıma şansına dönüştürdüm. Bir felaket anında insanlar ne yapıyor. Yakın tanıdığımız zenginler, maddi gücü olanlar neler yapıyorlar. Koşuyorlarmı ihtiyacı olan insanlara çare olmaya, yoksa sadece ha ha hi mi yapıyorlar, bunu gözlemleme fırsatım oldu. Ne gördüm? İnanın sevgili dostlar, meğer herkes ne kadar bencil ve yalnızca kendini düşünüyormuş, bunu fark ettim. Halbuki ben inanıyordum ki, –veya tahmin ediyordum ki veya bekliyordum ki– etrafımızdaki imkanı olanlar, kime yardımcı oluruz telaşına düşerler, insanların yardımına koşarlar.Veren elide hiç göstermezler. İnanın hayal kırıklığı oldu. Bu çok parası olanların vatandaşın sıkıntısını görmemek için başlarını kuma gömdüklerini gördüm.
Sadece zengin bir dostumuzun oğlu bana şunu söyledi. “Başkanım zengin olduysak bunda ihtiyaç sahiplerinin de hakkı var. Tabi ki şimdi de görev yapma zamanı Devletimiz dahil isteyene el uzatacağız. Sahip çıkacağız” dedi. Sadece bir kişi, oysa rehberimde olan çoğu kişinin en az 1000'i varlıklı idi, en azından bir fakiri doyuracak olanağı olduğunu bildiğim insanlarla doluydu. Bindebir lafı tam buna uygun 1000 kişide 1 kişi...
İstanbul’un işgali ile saraydaki Anadolu’nun durumundan habersiz zavallı Padişah Vahdettin’in çaresizliğini, bi-çareliğini kendinden başka kimseyi düşünmediğini bilen Mustafa Kemal ve vatansever arkadaşları kurtuluşa dair sürekli fikir alışverişi yapıyor, kafa yoruyor ve planlar yapıyorlardı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları “-Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını rehber edinerek kurtuluşun gerçekleşmesi için Anadolu’ya geçip, kurtuluş meşalesini
Millet olmak sosyal bütünleşme ve kaynaşma ile mümkündür. Partizanlığın olduğu yerde fikir ve eşitlik olmaz, olamaz da.
Milli birlik, beraberlik sözleri kullanıp, öfkeli ve dışlayan kelimeler kullanarak, kutuplaştıran nutuklar atarak derin yaralar açılmamalı. Eylemde ve söylemde tutarlılık göstermemiz gereken bir süreçten geçiyoruz. Söylediğiniz sözleri sadece taraftarlarınız değil, vatandaşların tümü de alkışlamalı.
Sanal düşmanlar yaratarak, yeni düşmanlar icat ederek günü kurtarma stratejisi kurmak yerine güzelliklerden bahsetmeli, sürekli korku yayarak koltuğu sağlama alma görüntüsü içerisinde olunmamalı. Siz dilinizi kötü kullanırsanız birileri de ondan cesaret alıp TV kanallarında hiç çekinmeden, Allah korkusu yaşamadan komşusunu öldürmekten-rahatlıkla sıradan bir şeymiş gibi-bahsedebiliyor. Din kardeşliği böyle mi olur? İslamiyet’in neresinde var insanların birbirine düşman olması? Yüce kitabımızın hiçbir suresinde, ayetinde insanları düşmanlaştıran, kutuplaştıran dil yok. İnsanları kutuplaştırma İslamiyet’in doğuşunda da yok. Peygamberimizin uygulamasında da yok...
Şehir hastanelerine 5 kuruş ödemedik yalanı çöktü bir Ahi torunu sayesinde.
Bilindiği üzere bizi toplum olarak uçuran, zenginleştiren, bol bol yol yapan, büyük büyük binalar yaptıran tahsil, diploma ve liyakatla sıkıntısı olan idarecilerimiz köprüler yaptılar, Almanya’nın kıskandığı havaalanları, Amerika’nın kıskandığı alt geçitler, Rusya’nın kıskandığı demiryolları yaptılar.
Ne dediler, kocaman kocaman laflar ederek, “Bizden önce yol yoktu, bizden önce demiryolu yoktu. Bizden önce hastane yoktu” dediler. Öyle ilan etliler. İyi de yetenekleri olmasa da yetkililerdi tabii ki inandık. Hele de “5 kuruş vermiyor” devletimiz deyince iyice inandık. Sonuçta para harcamadan hizmet sahibi oluyorduk. Sevinilmez mi? Tabii ki sevindik, alkışladık “yaşa varol” dedik. Bu zeka seviyesi çok özel idarecilerimizi uçuyorduk adeta kuşlar, kelebekler gibi bu hizmetlerin bedava yapılmasına. Kendimizden geçiyor bizi kıskanan devletlere hava basıyorduk, itibarımız yükseliyor, “siz bizi kıskanıyorsunuz” diye haykırarak gülüyorduk adeta.
Şaibeli işleri olanlar basından korkarlar. Okumayan, körleşmiş ve duyarsız toplumlar aynı zamanda korkak ve unutkandır. Duyarsız toplumlar korkaklığı ve unutkanlığı yaşam biçimi olarak benimserler.
Limon satamayacak kadar bilgisi olmayanlar, yetkili olmuşlar, devletin koltuklarında oturuyorlar. Bunlar; bürokrat zannediyorlar kendilerini ve gerçeği yazan gazeteciyi tehdit ediyorlar, gerçeği haykıran siyasetçiye gözdağı veriyorlar. Bir çapı sıfır bile olmayan zavallı takımı kendini devlet yerine koyup, hem de hiç çekinmeden medya aracılığıyla tehdit savuruyorlar. Klavye kabadayısı olup ahkam kesiyorlar.
Okumuyor, araştırmıyor, kulak dolgusu bilgilerle kendini avutuyor. Birazda çanakta bir şey kaldıysa onu yalamak için olmadık kabadayılık, külhanbeylikler peşinde oluyorlar. Hiç bir savcı da Allah rızası için “Ne oluyor... Hop burası hukuk devleti, kimi tehdit ediyorsunuz?” demiyor, diyemiyor.
Hepimizin bildiği gibi dünyanın tüm insanlığın uğraştığı COVİD-19 hastalığı ve koronavirüs mikrobu ülkemizin de en büyük sorunu oldu. Bu sorun bağırarak geldi. Aralık 2019’da hatta Kasım ayında belli olan bu virüsün ülkemize gelmesine kadar maşallah tüyümüzü kıpırdatmadık. “Türk’üz, çabuk atlatırız” diyerek kendimizi avuttuk ve sadece bekledik.
Halbuki bu süre içerisinde Ocak 2020’den itibaren ABD ve Avrupa ülkelerinden gelen uçuşları kontrol edebilirdik. Şubat ayından itibaren de bu uçuşlar durdurulabilirdi. Bunu yapmadık. Sahra hastaneleri Şubat’ta hiç değilse düşünülebilirdi. İstanbul'da boşaltılan hastaneler faaliyete alınabilirdi. Ankara’da öyle Numune, Yüksek İhtisas, Ulus Hastanesi ve Sami Ulus gibi hastaneler-altyapı hazır-hemen faaliyete alınıp pandemi hastanesi haline getirilebilirdi ancak bunları yapmadık. Hastanelerin etrafındaki oteller, sağlık personeli için hazırlanabildi.
Okulları daha erken tatil edip, yurtları daha erkenden kapatıp öğrencileri virüs gelmeden evlerine gönderebilirdik. Bu da son gün yapılarak terminaller virüs için kaynak haline getirildi, maalesef. Tanı kitleri hazırlığı için önlem alınabilirdi. Bunu da yapmadık. Her işi-tam Türk işi-başımıza bela geldikten sonra önlemini almaya çalıştık. Ne oldu hamaset nutukları ile güzel ve süslü laflarla oyalanarak virüsün bütün ülkemize yayılmasına vesile olduk. Basiretsiz ve öngörüsü olmayan idarecilerimiz sayesinde inşallahla, maşallahla durumu kurtarma çabasına girdik.
Son günlerde en fazla tartışılan konumuz; Maske, yardım, ekmek, geçim sıkıntısı, fatura ve işsizlik. Vatandaş koronavirüsü unuttu, bunu konuşuyor. Vatandaşın derdi virüs değil, yukarıda saydıklarım.
Oysa bizi idare edenler; 99 televizyon ve 50 tane gazetede manşetlerde hiçbir şekilde bunlardan bahsetmiyorlar. Bazen kendime soruyorum, içinden çıkamadığım zaman da benden daha iyi bildiklerine inandığım büyüklerime, küçüklerime soruyorum. Biz duygusal mı düşünüyoruz. Yanlış mı anlıyoruz diye, onlara da danışmış oluyorum.
Herkesin yorumu şu: Maaşlı troller ve gözünü yalamalık bürümüş veya geçimini yalamalıktan ve yanlışı alkışlamaktan sağlayanlar hariç, bütün insanların ittifak ettiği tek şey bizim idarecilerimizin kesin uzayda yaşadıkları... Çünkü anlatılana bakınca uçuyoruz. Kanadımız yok sanıyorsunuz. Ancak gerçeğe bakınca insanlar gerçekten tam manasıyla ekmeğe muhtaçlar.
23 Nisan 1920 TBMM’nin açıldığı ve Türk Milletinin iradesini ve egemenliğini ilan ettiği tarihtir. Atatürk 23 Nisan 1924' de 23 Nisan gününün Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmasına karar vermiştir. Yine 1970’da ilk olarak altı ülkenin katılımıyla Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı uluslararası nitelikte bir boyuta taşınmıştır.
23 Nisan. Türk Milleti'nin kendi geleceğini belirlediği, egemenliğin millet iradesine bırakıldığı ve milletin bağımsızlığını tüm dünyaya haykırdığı, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından birisidir.
23 Nisan, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiği, genç Cumhuriyetin başlangıcına giden yolun 23 Nisan 1923 Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile atıldığı bir ilk adımıdır.
Her gün 24 saat televizyon seyrederek evdesiniz. Vatandaş olarak büyük bir umutla bekliyorsunuz ve merak ediyorsunuz bugün kaç vatandaş öldü, kaç test yapıldı? Ne olacak halimiz diye. Kiminiz eşinizle kavga ederek, kiminiz televizyon başında, kiminiz telefon başında, kiminiz aybaşında kira nasıl ödenecek, telefon nasıl ödenecek, su ertelendi de doğalgaz nasıl ödenecek, elektrik nasıl ödenecek diye. Devletimizden medet umarak bir umutla bekliyor, bekliyor ve bekliyorsunuz.
Sonuçta bakıyorsunuz ki vergi ödediğiniz, askerlik yaptığınız, karşılık beklemeden canınızı vermeye hazır olduğunuz devlet değil de devleti idare edenler maalesef tekrar sizden fedakarlık istiyor. Kara günde sizi değil müteahhidi, büyük firmaları, büyük şirketleri kolladığını görüyor ve sarsılıyorsunuz tabi ki.
Neden kara günde senin yanında olacak devleti idare edenler önce fukaradan ve gariban halktan yardım istesin. Kardeşim lüks harcamaları kısın, yüzlerce arabaya binmeyin olur, üç yerde saraylar yaptırmayın olur, devlet dairelerine ödenen kiralık binaları boşaltın olur, şatafatı bırakın olur, devleti küçültün olur, işiniz rant olmasın olur. Bizde katkı koyalım diyenler vardır mutlaka.
Dünyayı kasıp kavuran Korona virüsü maalesef ülkemize de geldi. Hükümet “ekonomik kalkan” açıkladı. Müteahhide kredi var, iş adamına para var, otel sahibine vergi indirimi var, küçük esnafa ise “sabır ve dua” var, işten çıkarılan işsizlik ödeneği alamayan garibana sabır var. 65’lik emekliye (Ankara ve İstanbul’da) yaşayan emekliye kolonya var. Peki cami görevlilerini zor durumda bırakan Urfalı’ya, Adapazarlı’ya niye kolonya yok. Geriye kalan 79 vilayetimizdeki emekliler (65’lik) kolonya bile alamayacak.
Peki bu kalkanda virüsten bahseden var mı? Yok. Sağlık görevlisi, eczacı, doktor, hemşire bunların maske ve eldivenleri var mı? O da yok. Hani kocaman kocaman “hasta garantili” hastanelerimiz vardı. Onların sadece “beton yığını” olduğu da ispat edilmiş oldu.
Türkiye’de kaç hastanede “ Koronavirüs testi” yapılıyor. Açıklamada o var mı, o da yok. Açıklanan bu “ekonomik kalkan”da virüse karşı alınacak önlem dışında her şey var. Bizim derdimiz virüsden korunmak değil miydi? Sokağa çıkmıyoruz. Uçakla yolculuk yapmayacağız indirim, otele gitmeyeceğiz vergi de indirim. Biz bir yere gitmiyoruz ki... Ey yetkililer siz söylediniz, evde oturuyoruz evde. Singapur, Güney Kore parmak ısırtıyor. Bu virüsle savaşta bizi de ‘Koronavirüst testi” yapamadığımız için Almanya halen bizi kıskanıyor mu acaba.
Yaklaşık 41 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Ankara’nın sokaklarını, Caddelerini iyi bilirim. Ankara’daki eski işyerlerini asırlık esnaflarını da iyi bilirim. Son 25 yıldır eski esnaflar kalmadı, eski zenginlikte kalmadı maalesef Ankara’da. Sonradan görme, imar rantıyla zengin olanlar çoğaldı maalesef Ankara’mızda. İnsanları da öyle Kızılay’da gezeni giyim ve kuşamıyla fark ederdiniz. Ancak şimdi Kızılay da o özelliğini yitirdi.
Ankara özellikle gecekondular apartmanlaşmaya başladıktan sonra adeta evrim geçirdi. Ankara sanki nevri dönen deli dana gibi oldu. Mağazaları şekil değiştirdi, esnaf şekil değiştirdi, caddeleri şekil değiştirdi. 1978’in Ankara’sı daha güzeldi, daha sadeydi. Daha kaliteliydi, daha tarihi dokusu fazlaydı. Yapılarında özellikle merkez de buram buram tarih kokardı.
Eski yapılar onar onar yıkılıp, yeni iğreti yapılır ortaya çıktıkça Ankara renk değiştirmeye başladı. Ankara şekil bozukluğunu dibine kadar yaşamaya başladı. Avrupalılar böyle yapmıyor. Avrupalı merkezdeki eski yapıları cansiperane koruyor. Eski yapıları yıkmıyor. Aslına uygun restore ediyor.
Değerli Başkentlilerimiz, Sevgili Ankaralılar. Bilindiği üzere dünyanın her yerinde taksiler (istisnalar hariç ) göze çarpan bir renk, dikkat çeken bir renk olduğu için sarı renklidir. Yani “Limon Sarısı” rengindedir. Uluslararası kural böyle Türkiye’mizde de bütün şehirlerimizde de sarı renkli olduğunu biliyoruz. Başkent Ankara’da da sarı olması gerekiyor. Hepimizin bildiği üzere ancak gerçekte öyle değil, Ankara metropol ilçelerinin ve taşra ilçelerinin hepsinde de taksi rengi “Limon Sarısı” olması zorunlu biliyoruz. Ama maalesef böyle değil Ankaramızda. Limon Sarısı taksileri artık zor görüyoruz. Bütün taksilerin rengi “Turuncu, Portakal” rengi oldu adeta.
16 dış ilçeyi saymıyoruz. Metropolde Altındağ, Pursaklar, Gölbaşı, Yenimahalle, Etimesgut, Çankaya, Mamak, Sincan, Keçiören olmak üzere 9 merkez ilçe birde Büyükşehir olmak üzere 10 adet Zabıta Müdürlüğü ve Daire Başkanlığı var. Onlarca zabıta amiri, karakol amiri, komiseri, komiser yardımcısı ve zabıta memuru var. Ayrıca bu taksicilerin bağlı olduğu esnaf odaları ve taksi duraklarının sayısı 300’e yakın. Taksi duraklarının sorumlusu var. Bu ilçelerin hepsinde emniyet müdürlükleri var.
Trafik denetlemede yüzlerce polis memuru var. Ya bu kadar sorumlu olmasına rağmen kimse farkında değil, ya da taksilerin renk değişikliğine sarıdan turuncu ya dönmesine bilerek, elbirliğiyle göz yumuluyor. Eski bir zabıta müdürü olarak ben fark ediyorum ve üzülüyorum bu vurdumduymazlığa. Bu kadar ilçenin zabıta müdürleri, Büyükşehir Zabıta Daire Başkanı bunları görmüyor mu?