80 yıl sonra ekmek yine karneyle verilir mi?
Cumhuriyet Halk Partisi 1940 yılında Millî Korunma Kanunu’nu çıkarttı. Bu kanunla hükümete, olağanüstü hâllerde fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede birtakım yetkiler verildi. Söz konusu kanun kapsamında 1941 yılında çiftçilerin, geçimlik, tohumluk ve hayvan yemi için belirli paylar ayrıldıktan sonra hububat ürünlerini devletin belirlediği fiyatlarla Toprak Mahsulleri Ofisine(TMO) satması uygulaması başlatılmıştır. Ancak, söz konusu uygulama, köylülerin çeşitli yollarla ürünlerini teslim etmemeye çalışmaları gibi pasif bir direnişle karşılaşmıştır. Bundan dolayı aynı yılın sonlarına doğru TMO’nun elindeki stoklar artmamış erimeye başlamıştır. Bundan sonra, 2. Dünya Savaşı yılları boyunca, devletin kırsal nüfustan talepleri arasında en önemlisi ve en ağırı, ürünün bir bölümüne piyasanın altında kalan fiyatlarla zorunlu satış ya da ayni vergilendirme yoluyla el konulması olmuştur. Bu durum, karaborsa ortamını da beslemiştir. Sonuç olarak, TMO’nun alımları saptanan düzeyin altında kalırken, hububat fiyatlarının hızla tırmanmaya devam etmesi, kentlerde ekmek sorunu yaşanması ve ekmek tüketiminin karneye bağlanması sonucunu doğurmuştur.
Ağustos 1942’de çıkarılan bir kararname ile hububat ürünlerinin tümüne değil, belirli oranlarına el konulmasına, el konulmayan bölümlerin üretici tarafından serbestçe satılmasına karar verilmiştir. Üreticiler, 50 tona kadarki hububat üretiminin %25’ini, 50 ile 100 ton arasındaki üretimin %35’ini, 100 tonun üzerindeki üretimin %50’sini saptanan fiyatlar üzerinden devlete teslim etmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak, devletin piyasaya göre çok düşük fiyat vermesi, üreticilerin ürünleri kaçırma eğiliminin sürmesine yol açmıştır. 1943 yılında ordunun ve kentlerin beslenmesi sorunu daha da ağırlaşınca, çıkarılan yeni bir kararname ile devletin el koyduğu miktarlar artırılmış ve hububata ek olarak baklagiller de uygulama kapsamına alınmıştır.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Hatalar tekerrür etmezse tarih de tekerrür etmez” der. Buğday kıtlığından kaynaklanan ekmek kuyruklarının aradan geçen 80 yıl sonra tekrar başlayacağı günümüzde tartışılmaya başladı. Demek ki 1940’lı yıllarda yaptığımız hataları yine yapmaya başlamışız.
Şaman öğretisinde “Bu neden benim başıma sürekli geliyor diyorsan, ders sen öğrenene kadar devam eder” şeklinde güzel bir söz vardır. Demek ki 80 yıldan beri insanoğlu, savaşların felaket getirdi dersini anlayamamış, demek ki tarım ürünlerinde kendi kendimize yetecek üretimi yapamazsak günün birinde aç kalırız gibi dersleri kavrayamamış.
Daha önce de yazmıştım. Ülkemizde ekilebilir olup da; köyden kente göç ve tarımsal girdilerin çok yüksek ve tarımsal desteklemelerinde düşük olması sebebiyle yeterli kazanç elde edemeyen üreticilerin terk ettiği arazi varlığı 2.7 milyon hektar civarındadır. Devletin üst düzey yöneticileri defalarca “Bir karış ekilmemiş tarım toprağı bırakmayacağız” dediler. Bende ülkemizin ve çiftçilerimizin hayrına olacak bu işi hangi projeleri uygulayarak gerçekleştireceklerini Japonya ve Tayvan örneklerini de anlatarak bu sütunlardan sormuştum. Fakat bu güne kadar bildiğim kadarıyla bu konuda hiçbir çalışma yapılmadı. Hiçbir proje hazırlanmadı. Eğer benim bilmediğim proje hazırlığı varsa yetkililer bu konuda bilgilendirirlerse bu sütunlardan tüm okuyucuları bende bilgilendiririm. Tarım ürünleri ihtiyacını ithal ederek karşılamak yerine daha fazla üreterek karşılamayı kendisine prensip edinmiş yönetim anlayışına ihtiyaç var. Eğer boş bırakılan 2.7 milyon hektar arazide buğday ekilseydi yaklaşık 9 milyon ton buğday üretimi olurdu. Yani geçen sene ithal edilen 9 milyon ton buğdayı bizim çiftçimiz üretirdi. Yani paramız Rus, Ukraynalı, Amerikalı çiftçiye gitmezdi. Bu günlerde buğday krizini konuşmazdık. Ekmeği dar gelirliler ucuza yiyebilirdi. Tekrar buğday kıtlığı sebebiyle ekmek kuyrukları olur mu diye insanlar ve Devleti yönetenler endişelenmezdi.
1940’lı yıllarda olduğu gibi geçen yılda hem iç piyasada hem de dünyada buğday fiyatları aşırı yükselince çiftçi buğdayı TMO'ya satmak istemedi. TMO fiyat artırımına gitmeyince stokları dolduramadı ve ithalata yöneldi. Buğdayı çoğunlukla Ukrayna ve Rusya'dan ithal etti. TMO kendi çiftçimizin buğdayının tonunu 2 bin 250 lira vererek aldı. Fakat daha sonra Ukrayna ve Rusya'dan ithal ettiği buğdayın tonunu 6 bin liraya aldı. Yani Türk çiftçisine verilmeyen para Rus ve Ukraynalı çiftçilere verilmiş oldu. Bu sene açıklanan fiyatlar an itibariyle çiftçi tarafından makul karşılanıyor. Fakat TMO bu fiyatları gelişmelere göre sabit tutmayıp haftalık ya da aylık olarak revize etmelidir.
Buğdayın anavatanı olan Türkiye’nin ithalata değil üretime dayalı bir politika ile kendi ihtiyacı olan buğdayı üretmesi mümkündür. Somali’de, Venezuela’da buğday üretmeyi planlamak yerine öncelikli olarak kendi boş arazilerimizi akılcı ve sürdürülebilir projeler uygulayarak ekilebilir hale getirmeliyiz. Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde görev yaparken Japonya ve Tayvan’da ekilmeyen arazilerin nasıl değerlendirileceği konusunda eğitimler almıştım. Eğer bakanlığımız “Ülkemizde ekilmedik bir karış yer bırakmayacağız” sloganının altını doldurmak isterse bilgi ve tecrübelerimi kendileri ile paylaşmak isterim. Ben ülkemi ve bu ülke hudutları içinde yaşayan insanları seviyorum.