Gittin gideli bu diyarlardan Annem.
Gözlerimde hep yaş, gözlerimde hep nem.
Azalıyor artık, yaşama bahanem.
Gittin gideli bu diyarlardan Annem.
Gözlerimde hep yaş, gözlerimde hep nem.
Azalıyor artık, yaşama bahanem.
Geçse de yıllar, bu canımı yakarak. Hiç unutamam, kalbimde, aklımdasın. Geçse de ömür duvarımı yıkarak. Hiç unutamam, kalbimde, saklımdasın.
Gelen günler, birbirinden farksız, aynı. Bulamıyorum ki sensiz heyecanı. Gösterin var mı, günlerin farklı yanı. Hiç unutamam, kalbimde, aklımdasın.
Bak Sabah oldu güneş sensiz doğuyor. Bak bu zalim sensizlik beni boğuyor. Sanma ki sana olan sevgim soğuyor. Hiç unutamam, kalbimde, saklımdasın.
Gururumun okşanmasından korkarım. Eleştiren ve kibrimi ezen gelsin. Riyakarlık kokan sözlerden ürkerim. Yüzüme methiyeler düzen gelmesin.
Severim güven veren halim selimi. Hiç çekinmeden anlatırım halimi. Başıma taç ederim gerçek alimi. İlim, irfan denizinde yüzen gelsin.
Sevmem asla, hor görürse fakiri. Hiç kimseyi beğenmeyen ekabiri. Eğer hain ve aşağılıksa biri. Sinsi sinsi bakıp da süzen gelmesin.
“Ancak hâkimiyeti eline alır almaz, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozguncuları hiç sevmez.” (Bakara Suresi, 205)
Ne ağızda tat kaldı, ne vücutta sıhhat.
Merhamet et ekinleri koru Allah’ım.
Nereden, kimden olursa olsun, önemsiz. Rastgele bir şiir okumak istiyorum. Ruhum göklere süzülmüş, kademsiz. Her gönüle şiir okumak istiyorum.
Kâh dağlardan aşıp da gelen bir çağlayan. Kâh kuytu köşede garip garip ağlayan. Bencileyin feryat figan yürek dağlayan. Bir bülbüle şiir okumak istiyorum.
Çile yumağı, hüzün odağı, hep kadersiz. Şu Dünya'da tutunamamış, yurtsuz, yersiz. Hor görülen, dönüp bakılmayan seversiz. Solgun güle şiir okumak istiyorum.
Koparmadıkça dalında bir çağla. Koşmadıkça kırlarda sağa-sola. Girmedikçe çiçeklerle kol kola, Bahar gelmiş neyleyim, ah neyleyim!
Oturmadıkça bir ağaç altında. Uzanmadıkça bir dere başında. Haykırmadıkça dağında-taşında. Bahar gelmiş neyleyim, ah neyleyim!
Uçurtma salmadıkça gökyüzüne. Nefessizce tepesine, düzüne. Doydun mu gecesine, gündüzüne. Bahar gelmiş neyleyim, ah neyleyim!
Hep hayret etmişimdir, şu acayip hale.
Azrail’i göz ardı eder, İnsanoğlu!
Hayatın içinde almasa da kaale.
İnsanlar ikiye ayrılır.
Bir: Görenler.
İki: Bakanlar.
Garip garip baktı, gözünde bir nokta.
Aklı fikri bir yerde, ne varda, ne yokta.
Hep kararı istedi, ne azda, ne çokta.
Birden bire değişti her şey.
Dünya birden bire karardı.
Ne umut, ne istek kaldı.
Korona Virüs illeti Dünya’yı kasıp kavuruyor. İnsanlar artık işi-gücü bıraktı, “bu gün acaba toplam ölü sayısı kaçtı? Kaç tanı konuldu? Bu tanılardan kaç tanesi pozitif” gibi soruları düşünerek hayat geçiriyorlar. Her akşam haberlerin başına geçerek, “Korona Virüs salgınından Dünya’da kaç kişi öldü, Ülkemizde ölü sayısı kaç” diyerek meraklarını gidermeye çalışıyorlar.
Herkes, ne eğitim, ne üretim, ne yatırım, ne çalışma, ne dinlenme, her şeyi unuttu? Varsa yoksa Korona Virüs! Bu hastalığı düşünerek yatıp kalkıyoruz. Bu durum elbette hepimizde ciddi umutsuzluklar meydana getirdi.
Korona Virüs salgını “bir nefes sağlığın önemini” tüm Dünya’ya bir kez daha hatırlattı. Bu hatırlatmayla işte bu şiirimi yazdım. Tüm Sevdiklerime ve Dostlarıma sağlık ve esenlikler dileklerimle.
En büyük devleti sıhhat bildi Ecdadım.
Sevgili Peygamber Efendimiz (asm), “Mü’minin ferasetinden korkun, o Allah`ın nuru ile bakar” buyurmaktadır. Gerçekten de Müslümanın bakışı, feraseti ve anlayışı mükemmeldir.
Biz olaylara ve hadiselere herkes gibi bakamayız ve hikmetli, ibretli bakıştan ayrılmayız. Her şeyde hikmet ve ibret ararız. Bütüncül bir bakış açımız vardır. Tüm olup bitenler Allah’ın ezelden takdiriyle vakti geldiğinde tecelli etmektedir. Ne olursa olsun, korkmayız, ancak tedbirimizi de alırız.
İşte size tarihten bir örnek. Hz. Ömer (ra), Şam'a sefere çıktığında Şam'da veba salgını haberini alır. Ordulara geri dönme emri verir. Bir Komutan, "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun" der. Hz Ömer (ra), Komutana "Allah'ın bir kaderinden yine Allah'ın diğer kaderine sığınıyorum" der.
Elinden uçup gidecek şeylere yandın.
Kazandıklarını ebedi dost mu sandın?
Fanidir fani, mal, mülk, demir, sac kurtarmaz…
Ta kalkıp geldin Çin’den. Çok mu sevdin içinden? Kafamı bozma cidden. Korona sen bela mısın?
İsmini duya duya. Millet oldu paranoya. Gezmedik doya doya. Korona sen bela mısın?
Ne istersin halkımdan? Hiç çıkmazsın aklımdan. Bak gelirim hakkından, Korona sen bela mısın?
Bu mübarek Anadolu topraklarında yürüyüşümüz var. Bu yürüyüş “Kızıl Elma’ya” doğrudur. Bizim cihetimiz ve istikametimiz her daim Batı’ya doğru gitmek ve “Allah’ın Dini’ni yaymak ve oradan da tüm Dünya’ya nizamat vermektir.” O nizamat ki, özünde cihad ruhu vardır. Cihad, “Allah yolunda, Allah için savaşmak” demektir. Osman Gazi, meşhur vasiyetinde şöyle seslenmektedir: “Bizim yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihangirlik davası değildir!”
Bu Ülkü, bu Hedef, Türk’ün tarihi, ezeli, ebedi ve değişmez ülkü ve hedefidir. Oğuz’dan itibaren başlayan bu Ülkü ve Hedef, Türk’ün İslam’a kavuşmasından sonra daha da hız kazanmış ve daha da sağlamlaşmıştır. Türk’ün İslam’ı kabul etmesi, demire su verilip de çelik haline gelmesine benzer bir durumdur. Bu durumda İslam’dan sonra Kızıl Elma Ülküsü, “çelikleşmiş bir Ülkü” haline gelmiştir.
Müslüman Türk’ün Kızıl Elma Ülküsünde Alparslan, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman ve benzeri Hakanlar ilerleme ve bizzat hedefe doğru yürüme vazifesini icra ederken, Yıldırım Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Abdulhamid Han ve benzeri Hakanlar hedefe doğru giderken ayak bağlarını ortadan kaldırma ve engelleri yok etme ve “Kızıl Elma Kervanını çıkacağı sefer öncesi güçlendirme” görevlerini icra etmişlerdir.
Hak için, yalnızca adaletin tecellisi mühim.
Adalet yoksa, herşey boş, tesellisi ne mümkün!
Hak için adalet, halk için adalettir.
Kriz varsa, sorun varsa, bunun sebebi büyük oranda risk yönetimimin olmamasıdır. Tabi şurası da bir gerçektir, ne kadar da risk yönetimini uygulamaya soksanız, ne kadar da ciddi bir şekilde risklere göre kontrol önlemleri ve tedbirler alsanız bazı krizler, bazı sorunlar, bazı meseleler gündeme gelebilir. Bunda hiçbir ihtilaf yoktur. Çünkü risk yönetimi yüzde yüz krizsiz bir gelecek öngörmez. Ancak şunu sağlar : “Muhtemel olarak meydana gelmesi riskler önceden öngörülür, tanımlanır, tedbir alınır, meydana gelmesi önlenir ya da etkisi azaltılır.”
Riskleri önceden görerek tedbir almak ve krizleri önlemek, etkisini azaltmak akılcılıktır. Bu modern stratejik yönetimdir. Riskleri önceden gören ve krizleri önleyen yönetici de akıllı ve basiretli bir yöneticidir. Risklere odaklanan bir yönetim, çağın gereğidir.
Bu gerçeğe rağmen, Kamu yönetiminde kimsenin riskleri taktığı yok. Daha açıkçası, risk yönetimi diye bir kavram kamuda mevcut olsa da, bu yönetim daha çok kâğıt üstünde kalmaktadır. “Mevzuat hükmüdür” diye bazı risk yönetimi çalışmaları yapılsa da, bunların çoğu göstermeliktir. İşte “dostlar alışverişte görsünler” mantığıyla bir şeyler yapılıyor gibi davranılıyor. Hepsi bu kadar.
Klasik usullerle yönetim bazı Ülkelerde, (özellikle de bazı Müslüman Ülkelerde) maalesef hâlâ egemendir. Klasik yönetim dediğimde de, koltuğu ele geçirenlerin koltukta kalmak için verdikleri her türlü hukuksuz mücadeleyi kastediyorum. Klasik yönetimde makamlar ve görevler torpil ve adam kayırmayla dağıtılır. Bu yöntemle göreve gelen klasik yöneticilerin gözünde halka hizmet ve kamu yararını gözetmek yoktur. Onların tek hedefi kendilerini o makama getirenlere hizmet etmektir.
Klasik Yöneticiler, kanunlara bağlı kalmayı hukuka bağlı kalmaktan daha öncelikli addederler. Klasik Yöneticiler, hukukun üstünlüğünü değil üstünlerin hukukunu esas alırlar. Doğruluğu, adaleti ve hakkaniyeti değil, yağcılığı, yalakalığı ve nefsin arzularını gözetirler.
Klasik Yöneticilerin koltuk uğruna feda etmeyecekleri değer yoktur. Klasik Yöneticilerin elinden her şeylerini alın, yalnız o oturduğu makam koltuğunu almayın. Maalesef, durum bu kadar vahim ve bu kadar rezildir. Ve bu rezil vaziyet bazı Ülkelerde (özellikle de bazı Müslüman Ülkelerde) nicedir devam etmektedir. Bir Ülke bu rezil vaziyetten kurtulmadıkça ilerlemeyi sağlayamaz, kalkınmasını gerçekleştiremez.
Cuma. Günü, Mü’minler için Bayram ve tebrikleşme günü. Faziletli gün. Günlerin Efendisi Cuma. Sevgili Peygamber Efendimiz (asm), "üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. O gün Allah Adem’i yaratmıştır. Adem o gün cennete konulmuş ve yine o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet cuma gününden başka bir gün kopmayacaktır” şeklinde buyurmaktadır.
Yazımın başlığını, “Yeryüzünün Halifeleri Olmak” şeklinde belirledim. “Ya Bismillah” diyerek yazıyorum.
Bu yazıyı yazma gerekçem şudur. Çoğu şeyin farkında olmadığımız gibi “yeryüzünde halife olduğumuzun da farkında değiliz.”
Serde şairlik ve yazarlık var ya! İnsana, olaylara ve gördüklerimize tefekkür ve tezekkür mantığıyla bakıyoruz. Ve en sonunda da tefekkür edip tezekkür eylediklerimizi yazıya döküyoruz. Tefekkür düşünmektir. Tezekkür ise söylemektir.
Bu yazı da geçen gün bir müşahedemizi (gözlemimizi) tefekkür edip tezekkür sonrası kaleme almamız neticesi vücuda getirildi.
Neyi gördüm ve neyi müşahede eyledim önce onu belirteyim.
Dikey kelimesinin Osmanlıca’daki karşılığı “Amudi”, yatay kelimesinin karşılığı da “Ufki”dir. Amudi kelimesinin sporla ilgilenenler çok duymuştur. “Amuda kalkmak” deyimi bir kimsenin başı üzeri, ayakları yukarıda dikey vaziyette duruşunu anlatır. Ufki kelimesi o kadar fazla duyulmaz. Ufki, ufka dair, ufka doğru aynı çizgide olmak manalarına gelir.
Amudi kelimesi sevimsiz, ufki kelimesi sıcak ve samimidir. Amudi (dikey) duruş bencillik ve kibri çağrıştırır. Ufki (yatay) duruş samimi ve eşitliği anlatır.
Nerede dikey bir hiyerarşi varsa, orada farklılık, ast-üst ilişkisi ve emredicilik vardır. Nerede yatay bir hiyerarşi varsa, orada eşitlik, kardeşlik ve aynılık vardır.
Bundan birkaç sene önce yazmış olduğum bir makalede Osmanlı zamanındaki evlerde hiçbir şeyin israf edilmediğini ve “sıfır atık” dediğimiz ve şimdilerde bir hedef ve program dahilinde sürdürülen projelerin, o vakitler kendiliğinden uygulandığını, evsel atıkların bir kısmının hayvanlara yiyecek olduğunu, bir kısmının (sebze, meyve atıklarının) evin avlusundaki bahçeye dökülerek doğal gübre olduğunu, neticede çer-çöp oluşmadığını belirtmiştim. Bu tespitlerim haklı bulunmakla birlikte, iki dönemin karşılaştırılması bakımından birkaç yönden de şahsıma itiraz gelmişti. Şöyle ki, Osmanlı zamanında, şimdiki gibi bu kadar fazla çeşitte atık olmadığı, plastik maddelerin bulunmadığı ve tüketim alışkanlıklarının da bu denli çok olmadığı belirtilmişti. Elbette, bu itirazlar haklıdır. Osmanlı zamanında plastik, kağıt-karton, ambalaj maddeleri belki de bugünkünün binde biri kadar bile değildi. Hayatımız plastik maddeler, hayatımız kağıt-karton, hayatımız ambalaj maddeleri ile doldu. Heryerde bu maddeler yoğun yoğun, yığın yığın kullanılmakta.
İşte tüketim maddelerinin, plastiğin, kağıt-kartonun ve ambalaj maddelerinin bu yoğun ve bu yığın kullanımı beraberinde çevre kirliliği, israf ve enerji kayıplarını beraberinde getirmiştir.
İsrafın, çevre kirliliğinin önlenmesi ve enerjimizin doğru bir hedefe yönlendirilmesi için “sıfır atık” projesi şarttır.