Önce gönüller fethedildi sonra İstanbul
İNSAN VE TOPLUM ÜZERİNE GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER-XIII
Anadolu Gazetesi’nde “İnsan ve Toplum” üzerine görüş ve düşüncelerimizi yayınladığımız yazı serisin 13’üncüsüne geldik, maşallah. Geçen haftalarda ahlak ve edep, çevre koruma ve çevre kirliliğini önleme ve aile yapımızın ve çocukların korunması, devlet yönetimi, dil ve edebiyat, eğitim ve öğretim, ekonomi, mülk ve servet ile benzeri başlıklardaki, sağlık, zindelik, esenlik, gençlik ve yaşlılık, uluslararası ilişkiler, dış politika” üzerine fikir ve düşüncelerimi sizlerle paylaştım. Bu hafta “Ecdadımız ve Tarihimiz” üzerine sizlere görüşlerimi sunacağım. Niyet iyi, akıbet iyi. Haydi hayırlısı.
1-ÖNCE GÖNÜLLER FETHEDİLDİ SONRA İSTANBUL
İstanbul’un fethi, tarihimizin en mühim ve en zirve zaferleri arasında yer alır. İstanbul’un fethi milletimizi ezelden ebede kadar onurlandıracak bir zaferdir. Bu gerçeği kimse inkar edemez. Tamam bu doğru. Ancak bu doğrunun yanında bir başka doğru daha var ki, bunun üzerinde düşünmeye çağırıyorum sizi. Söylemek istediğim husus daha açık yazmak istiyorum. Bu zaferin yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde, İstanbul’un fethini yalnızca bir gurur vesilesi yapıp da, hamasi cümleler içerisinde kaybolmanın bize bir şey kazandırmayacağını söylemek istiyorum. Sizleri, 1453 yılının öncesinde zafere giden yolda neler yapıldığını ve nasıl hazırlık içerisinde bulunulduğunu düşünmeye çağırıyorum. Sizleri 1453 yılının Osmanlı Toplumunda nasıl bir toplum yapısı içerisinde olduğumuzu düşünmeye çağırıyorum.
Çocukluğumda bizlere, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin çarşıda tebdil-i kıyafet dolaştığı bir olay anlatılırdı ve bu anlatılanlardan biz ders ve ibret vesikası çıkarırdık. Bilmiyorum şimdi de anlatılıyor mu tarihi ibret vesikası.
Bu ibret vesikasında geçen olay şöyle gerçekleşmiştir. Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri İstanbul'un fethine girişmeden önce, halkını ve o zamanki toplumu imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, o zaman Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı. Çarşının bir tarafından girip, alış veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri dükkanda mal olduğu halde neden satış yapmadığını sordu.
Esnaf: -Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi. Fatih memnun olmuştu. O dükkana gitti ve bir miktar mal aldı. Bu maldan sonra ikinci bir alışveriş daha yapmak istediğini söyledi. O dükkan sahibi de birinci dükkan sahibi gibi, ikinci malı satmayıp komşu dükkânın daha siftah yapmadığını belirterek o dükkana a gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı. Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı. Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi Fatih: -Ya Rabbi sana hamdolsun. Bana böyle birbirini düşünen ve diğerkâm davranan bir millet ihsan ettin. “Ben bu milletimle değil Bizans'ı, dünyayı bile fethederim”, dedi.
İşte o zamanki toplum, bu ruh ve düşünce yapısına sahip ulvi bir toplumdu. O zamanki toplumda insanların gönülleri böyle yüce idi. Peki, 1453 yılındaki Osmanlı Toplumunu böyle yüce gönüllü yapan husus ne idi? Elbette, devlet ve millet kaynaşması ve dayanışması idi. Elbette, milletin gönlünü kazanacak adil ve ehil yönetim idi. Daha açık söyleyeyim, Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminde, “önce milletin gönlü fethedilmiş, daha sonra diğer zaferler kazanılmıştır”. İşte işin aslı budur. “Milletin gönlü kazanılmadan hiçbir zafer kazanılmaz.” “Milletin gönlüne girmeden, ondan vergiyi tam olarak almak mümkün müdür? Elbette, hayır? Milletten tam vergi almadan, askerin ihtiyacı olan teçhizatı sağlamak mümkün müdür? Elbette, hayır. Askerin gönlüne girmeden, onu cepheye göndermek mümkün müdür?” Elbette mümkün değildir.”
Öyleyse, önce gönüller fethedilmelidir. İstanbul’un fethinin yıldönümüne rastlayan bu günlerde işte asıl bunda dikkat çekmek gerek. Ben de bu hususa dikkat çekerek, eski o günlerdeki toplum yapısına ulaşmayı sabırla beklediğimi ifade etmeliyim. Buna dikkat çektikten sonra, tarihimize en büyük zaferler kazandıran tüm Ecdadı ve bilhassa Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri ile Askerlerini ve ona destek veren O toplumdaki tüm ecdadı Rahmet ve Minnetle yadederim. Allah onlardan razı olsun. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Amin.
2- ECDADIN HAYATINDA NEZAKET ÖRNEKLERİ
Tarihi gelişmelere ve insanın bu gelişmeler içerisindeki konumuna baktığımızda, şu üç hususun ön plana çıktığını görüyoruz.
1- Tarihi gelişmeler içerisinde teknolojik malzemeler ve ekipmanlar nitelik ve nicelik olarak çoğalmakta ve insanın gündelik hayatını kolaylaştırmaktadır. İşte binlerce makineler ve işte binlerce fabrika alet ve edevatı. İşte cep telefonu, işte internet. Bunlar yalnızca bir kaç örnektir. Hepsi de pratikte büyük faydalar sağlamaktadır. 2- Tarihi gelişmeler içerisinde hız ve telaş, insanın gündelik hayatında, geçmiş yıllara nazaran daha da ön plana çıkmaktadır. Her yerde bir koşturma görüyoruz. Bu koşturmaca içinde adeta yaşamıyor, sağa-sola bakmadan koşuyoruz. 3- Yukarıda belirttiğim her iki gelişme, yani teknolojik ilerleme ve hız-telaş beraberinde içtimai hayatta “nezaketsizlik ve kabalık” getiriyor. Adeta kabalık ve nezaketsizlik çağında yaşıyoruz.
Konuyu bu şekilde bir tasnif etmemin nedeni, tarihle ve ecdadla bağ kurmak içindir. Yoksa, günümüzdeki durumu hepimiz de biliyoruz. Evet, hepimiz de biliyoruz ki, yaşadığımız dünyada, “efendilik, kibarlık, incelik, hassaslık ve samimiyet” gibi özelliklerin neredeyse içtimai hayatta tek-tük görülecek düzeyde azalmıştır. Cemiyetimizin fertlerinde genel olarak, gelişi-güzel bir hayat, konuşmalarda özensizlik, hitaplarda kabalık ve ikili ilişkilerde yapmacık davranışlar öne çıkmaktadır. Günümüzdeki bu çirkin tabloya karşın, geçmişte ecdad nezaket, kibarlık, incelik ve samimiyetin en güzel örneklerini vermiştir. Nasıl mı?
Bu örneklere, geçen gün Mardin’de bizzat gördüğüm ve ecdaddan miras tarihi binanın kapısındaki kapı tokmağından başlayacağım. Kapı tokmağı deyip de geçmeyin. Ecdadın aile hayatında ve evindeki nezaket ve kibarlık daha kapının girişinde başlamaktadır. Mardin’de, Artuklu Beyliği’nden kalma Zinciriye Medresesinin giriş kapısında iki ayrı kapı tokmağı dikkatimi çekti. Bize o tarihi mekânda tanıtım yapan Polis Memuru’na bu durumun nedenini sorduğumda. Bu şekildeki iki ayrı kapı tokmağının o zamandaki tüm evlerin dış bahçe kapısında bulunduğunu öğrendim. Görevli Polis, kapıdaki o tokmaklardan birisinin ince, diğerinin ise kalın ses çıkarttığını söyledi. Evet, ecdad evlerini inşa ederken baştan başa nezaket ve inceliğe önem veriyordu. Bir mekana gelen kişi erkek ise kalın kapı tokmağını vuruyor. Kendisini bir erkek karşılıyor. Bir mekana gelen kişi kadın ise ince ses çıkaran kapı tokmağını vuruyor ve kendisini kadın karşılıyor. Peki, şimdi durum nasıl? Kim gelirse gelsin aynı kapı zilini çalıyor. Dışarıda kimin bulunduğu belli değil. Bazen nahoş ve kaba durumlar da ortaya çıkıyor.
Ecdadın inşa ettiği evlerdeki nezaket örnekleri yalnızca kapı tokmağında değil elbet. Evin baştanbaşa tüm konumu nezaket ve incelik örnekleri ile doludur. Mesela, eski konakların pencereleri ya yola bakmaktadır ya da evin kendi bahçesine bakmaktadır. Eski konakların duvarları genelde yüksektir. Ne içerideki ses dışarıya gider, ne de dışarıdaki ses içeriye girer. Ecdadın evlerinin dizaynı kadar, bu evlerde sürdürdükleri hayat da tam bir nezaket örnekleriyle doludur. Konakların ya da evlerin yanındaki sokaklarda oturmak, geleni-gideni gözetmek diye bir huy, bir adet Ecdadda asla görülmezdi. Şimdi bakıyorsunuz, bir kasabanın, hatta bir şehrin sokaklarına, kadın, erkek insanlar sokaklara sandalye atmış, minder-döşek atmışlar geleni–gideni gözetliyorlar. Ne kadar büyük çirkinlik. Geleni-gideni gözetleme işi yalnızca sokaklarda mı? Kahve önleri adeta sokaktan geçenleri seyretme mekanları olmuş. Maalesef, bu toplumun fertlerinin büyük çoğunluğunun “gözü dışarıda”. Gözü dışarıda olan fertlerden nezaket beklenmez. Nezaketin en büyük özelliği “gözü içeride” olmaktır. Yani başkasına değil, kendimize bakmalıyız. Başkasının hatasını değil, kendi hatamızı araştırmalıyız.
Ecdadın nezaketi evlerinin kapı tokmağından başlar dedim ya. Ecdadın nezaketi konuşmalarında ilk hitaptan başlardı. Toplumumuzda “Bey’siz, Efendi’siz” hitaplar giderek yaygınlaşmaktadır. Ecdad öyle miydi? Hayır! Ecdadımız, her konuşmaya, önce güler bir yüz ile “Efendim” diyerek başlardı. Ecdadımızın özel hayatında, karı-koca arasındaki hitap tarzı da tam bir edep ve nezaket örneğidir. Kadın kocasına kesinlikle ismiyle hitap etmezdi. “Bey ya da Efendi” diye hitap ederdi. Erkek de karısına aynı şekilde “Hanımefendi” şeklinde çağırırdı. Şimdi öyle mi!
Sözü uzatmaya gerek yok. Bu yazıda ecdadımızın nezaket örneklerini uzun uzun sıralayacak değilim. Bu örneklerin hepsini sıralayacak olsam ciltler dolusu kitap tutar.
Yazımı şu tespitim ile bitiriyorum “Teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızı içerisine nezaket, edep, incelik, kibarlık ve samimiyeti kaybetmişsek, bu gelişmeler cemiyet hayatında “sözde bir ilerleme ve medeniyet” getirmiştir. Ancak, “özde ise bir gerileme ve bir deniyyat” getirmiştir.” Durum bu.
2- ÇANAKKALE ZAFERİ HAKKINDA DUYGU VE DÜŞÜNCELERİM
Çanakkale Şehitlerimiz için tertip edilen hatim programı içerisinde geçen seneden itibaren yer almaktayım.
Allah’a çok şükür bu sene de Çanakkale Şehitlerimizin ruhuna hatimler okuduk. Kur’an hatminden sonra tefekküre daldım. İnsan Kur’an’ın feyziyle daha hassas oluyor. Bu hassasiyet içerisinde, tefekkür ettim. Sordum kendi kendime, “nedir Çanakkale Zaferi” diye! İşin aslını sordum kendime. İşte bu aslını sorunca, ruhuma, zihnime binlerce duygu ve düşünce aktı. İşte bu duygu ve düşüncelerden sonra, başladım bu satırları yazmaya.
Çanakkale deyince ruhuma, zihnime beş cihetten şu duygu ve düşünceler aktı. Bu duygu ve düşüncenin ana mihverinde Müslüman’ın vatan sevdası ve vatan aşkı içinde mücahede azmi vardır. Bu duygu ve düşünceleri bir köşe yazısı hacmince sizlerle de paylaşmak istedim.
1-Çanakkale, “mühür üstüne mühürdür.” Öyle bir mühür ki, “Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Malazgirt’te, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın Diyarbakır, Adana, Konya, Kayseri ve Anadolu’daki birçok şehirde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah oğlu Kılıç Arslan’ın Batı Anadolu’da, Osman Gazi’nin Söğüt ve Domaniç’te, Orhan Gazi’nin Bursa’da, Sultan 1. Murad’ın Edirne’de, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da vurduğu mühürler üstüne bir mühürdür.” Allah’ın izniyle topyekun bir Millet olarak, Çanakkale’den sonra Anadolu tapusuna en son mührü Kurtuluş Savaşı’nda vurduk. Tarihlerden beri gözünü Anadolu’ya dikmiş saldırgan Haçlılar cahildir, mühürden anlamıyor. Haçlı cahiller anlasın artık, Haçlı cahiller görsün artık.
2- Çanakkale, “künde üstüne kündedir”. Öyle bir künde ki, “Haçlıların sırtları, Malazgirt’ten bu yana yerden kalkamıyor”. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Haçlılar Anadolu’da her defasında sırt üstü çöktürülüyor yere, yine de akıllanmıyorlar. Haçlı sahte pehlivanlar Kurtuluş Savaşı’nda gördüler en son kündeyi. Haçlı sahte pehlivanlar pes etsin artık, Haçlı sahte pehlivanlar “yeter desin” artık.
3- Çanakkale, “zafer üstüne zaferdir.” Öyle bir zafer ki, “Anadolu’da 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Zaferi’yle başlayan ve 29 Mayıs 1453’de İstanbul’un Fethiyle zirveyi bulan zaferler üstüne bir zaferdir.” Anadolu’da en son zafer, yine tevafuken bir 26 Ağustos sabahında başlamıştır. Haçlılar 26 Ağustos 1922’de Kocatepe Taarruzuyla ağır bir yenilgi yaşamışlardır.
4- Çanakkale, “destan üstüne destandır”. Öyle bir destan ki, “Anadolu’da Malazgirt’le başlayan destanlar içinde bir büyük destandır.” Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle bu Müslüman Millet en son destanı Kurtuluş Savaşı’nda yazdı. Allah’ın izniyle biz destan yazmaktan usanmayız. Ancak, Haçlılar çok cahil, destan yazmasını bilmedikleri gibi okumasını da bilmiyorlar.
5- Çanakkale, “umut üstüne umuttur”. Öyle bir umut ki, “Müslüman’ın ruhunda yer alan vatan sevgisi, vatan aşkı ve vatan sevdasının sonsuza kadar devam edeceği noktasında en büyük umutlardan bir umuttur.” Bizim imanımız, bizim inancımız Vatan’ı en kutsal değer olarak görür. Canını verir, vatanını vermez. Temel esas budur. İşte bu temel esas doğrultusunda, 18 Mart 1915’te Çanakkale’de umutlarımız arttı. Anadolu’nun ebediyen Müslüman Yurdu olduğu noktasındaki umut ve inancımız Kurtuluş Savaşı’yla bir kez daha teyit edildi. Bu teyidi başta Haçlılar olmak üzere tüm Dünya artık anlamalıdır.
Çanakkale Zaferiyle alakalı bu duygu ve düşüncelerin başta Gençlerimiz olmak üzere, tüm Milletimizce bilinmesini ve bu büyük ve şanlı zaferin zihinlerden, kalplerden asla silinmemesini dilerim. Çanakkale’de destan yazan tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi, bu yazı vesilesiyle bir kez daha rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhları şad olsun.
3- SHOW TV'DE OSMANLI TARİHİNE VE KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN'A BÜYÜK SAYGISIZLIK
SHOW TV denilen bu kanalda, bugün (05.01.2011 günü) saat 20.00’de Muhteşem Yüzyıl adlı bir dizi başladı. Bu dizi baştan sona, Osmanlı tarihi ve Kanunî Sultan Süleyman hakkında yanlışlık, hata, saygısızlık içermektedir. Bu dizinin ilk bölümünü izler izlemez bilgisayarımın başına geçtim.
Bu satırları yazarken büyük bir öfke içindeyim. Bu satırları yazarken büyük bir hüzün içindeyim. Bu satırları yazarken büyük bir umutsuzluk içindeyim. Bu satırları yazarken en sonunda büyük mutsuzluk içindeyim. Öfkemin nedeni, SHOW TV denilen ve Türk toplumunun değerlerine her zaman karşı olduğu ayan beyan belli olan televizyon kanalında, Osmanlı tarihine ve Osmanlı tarihinde eşsiz bir yer olan Kanunî Sultan Süleyman’a büyük saygısızlık yapılmasıdır. Hüznümün nedeni Osmanlı’ya sahip çıkamıyoruz. Osmanlı eşsiz ve gıpta edilen bir tarihe sahip, ancak biz bu tarihe bile sahip çıkamıyoruz. Umutsuzluğumun nedeni RTÜK denilen kurumdan hayır ve fayda göremiyoruz. Bunca ahlaksız diziler ekranlarda fink atarken RTÜK’cüler neyle iştigal ediyorlar, bilene aşk olsun. Mutsuzluğumun nedenine açıklamaya gerek var mı? İşte bütün bunlar.
Evet, bu diziyi izlerken öfkemden yerimde duramadım. Türk halkına bu kadar mı saygısızlık yapılır be. Dizide Osmanlı Sarayı diye gösterilen yer dışarıdan Topkapı Sarayı, ancak içindekilere bakarsan, Frengistan Sarayı gibi. Dizide Topkapı Sarayı’nın görüntüleri var. Olaylar orada cereyan ediyor gibi gösteriliyor, ancak, dizinin oyuncularının kılık kıyafet ve davranışlarına baktığınız zaman, Topkapı Saray değil de, sanki Paris Versay Sarayı. Hiçbir tarihi filmde bu kadar özensizlik görmedim. Dizide Padişah diye gösterilen oyuncu ve etrafındaki Vezir ve diğer görevliler namazsız niyazsız ve adeta zevk ve sefa düşkünü birer tipler gibi gösterilmiş. Dizideki Kanuni Sultan Süleyman’ı canlandıran kişi de, görüntü itibariyle o kadar sönük ve soğuk bir tip ki, insanlar Muhteşem Süleyman diye bildikleri Padişah hakkında ister istemez olumsuz düşünceler içine girmektedir. Hele Harem diye gösterilen yerdeki kadınlar, Valide Sultan ve Padişah Eşleri, sanki işi gücü fitne fesat olan, açık-saçık kıyafetlerle ortalıkta fink atan ahlaksız kadınlar gibi gösterilmiş.
Bu TV dizisi eğer yayından kaldırılmazsa Milletimizin ortak değeri olan ve insanımızın geleceğe bakarken kıvanç ve onur duyduğu bir şahsiyet karalanacak ve Osmanlı tarihin şanlı sayfaları yırtılacak ve yerden yere çalınacaktır. Bu diziye RTÜK asla seyirci kalamaz ve kalmamalıdır da. Eğer RTÜK bu diziyi yayından kaldırmazsa Türk toplumunun ve başta Türk gençliğinin ne kadar sahipsiz olduğu bir kez daha tescillenecek.
Dizinin ilk bölümünde bir sahne var ki, bu diziyi yapanlar burada densizliğin daniskasını işlemişler. Osmanlı Tahtını 46 yıl büyük bir dirayetle ve büyük bir zekayla idare etmiş, Babası Yavuz Sultan Selim’den görevi devraldığında Osmanlı Toprakları 6 milyon metrekare iken bunu 15 milyon metre kareye çıkarmış, hayatında İla-yı Kelimetullah ve cihad dışında başka bir hedef bilmeyen, Batılıların bile Muhteşem Süleyman diye adlandırdığı bir şahsiyeti zevk ve eğlence düşkünü “Çöl Bedevisi Petrol Şeyhi” gibi göstermişler. O sahnede Padişah onlarca kadını dansöz kılıkları içerisinde karşısında oynatıyor, kendisi zevk ve eğlence içerisinde bir şeyler içiyor, oynayan kadınlardan birisine mendil atıyor. Bu mendil atma o kadını bir gün sonra yanına çağırma manasına geliyormuş. Böyle bir şey asla mümkün olabilir mi? Padişahların evliliklerini nasıl gerçekleştirdikleri biliniyor ve tarihen bu sabittir.
Kanunî Sultan Süleyman o dizide, saraydan hiç çıkmayan ve aylak aylak dolaşan ve pencerelerden boş boş bakan birisi gibi gösterilmiş. Yine tarihen sabittir ki, o Sultan Süleyman’ın Saray’da vakit geçirdiği günler bile sayılıdır. Osmanlı tarihinin özellikle yükselme dönemindeki tüm Padişahları için geçerli bir husustur ki, Saray’da çoluk çocuk bir arada yemek yedikleri çok ender bir durumdur.
SHOW TV’deki yetkililere sesleniyoru:. “Siz de hiç mi insaf yok.” Birisi sizin Ailenizden birine, Ananıza, Babanıza iftira atsa, ne kadar zorunuza gider değil mi? Ancak, siz hiç düşünmeden, cahilce, fütursuzca tarihi bir şahsiyete iftira atıyorsunuz. Bunlar dizlerde olur molur diye sakın kendinizi savunmayın. Böyle şeyler kesinlikle olmaz.
SHOW TV’de bu diziyi sahneye koyan ey saygısızlar, eğer bol danslı, eğlenceli, bol entrikalı ve açık saçık sahneleri bol olan bir dizi yapmaya karar verdiyseniz, bu süfli maksadınız için neden, mesela Fransa Sarayını seçmediniz de, bu konuda uzaktan yakından bir alakası ve misali olmayan Osmanlı tarihini ve Osmanlı tarihinde eşsiz yeri olan Kanuni Sultan Süleyman’ı seçtiniz? Maksadınız nedir Sizin?
Esasında sormaya gerek yok. Aklı başında olan herkes Sizin maksadınızı biliyor. Türk toplumunu manevi açıdan bozmaktır Sizin maksadınız.
Bu yazımın aynı zamanda RTÜK’e, SHOW TV hakkında yöneltmiş bir suç duyurusu olarak nitelenmesini istiyorum ve işleme konmasını talep ediyorum.
4- DAHA DÜN KUDÜS-İ ŞERİF, MEKKE-İ MÜKERREME, İSTANBUL, BAĞDAT, SELANİK TEK ÇATI ALTINDAYDI
Bu Ülkede, Tarihimiz bize boylu boyunca ve yerli yerince anlatılmıyor. 1900'den sonrası, Bize yanlış ve kasıtlı bir şekilde anlatılıyor. 1900'den sonra Osmanlı zaten çöküp bitmişti gibi gösterilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç de öyle değil. Osmanlı bitmedi, Enver Paşa ve onun gibi düşüncesiz İttihatçıların hataları ile bitirildi. Osmanlı çökmedi, Enver Paşa ve onun gibi düşüncesiz Jön Türklerin yanlışları ile çöktürüldü. İşte bu nokta gözden kaçırılıyor. Evet, çok açık bir gerçek ki, Osmanlı bu Yüzyılın başında bile Üç Kıta'da hüküm süren bir Devlet'tir. Bunu Tarihimizi basitçe inceleyen bir Araştırmacı bir çırpıda anlar. Ben bu konuyla alalakalı bir müşahedemi sizle paylaşarak, daha dün denecek bir geçmişte bizde olan Şehirleri başta Gençlerimiz olmak üzere tüm Milletimize hatırlatmak istedim. Hatırlatmak istedim ki, Ecdadının gücünü görsün, bilsin ve inkar etmesin.
İşte sizle paylaşmak istedim husus. Geçen günlerde, elime bir kitap geçti. Maliye Bakanlığınca çıkartılan Harcırah Mevzuatı (1873-1995) adlı 930 sayfadan oluşan Bir Kitaptı
bu.
Bu kitabın içindeki, 25 Kasım 1874 tarihli Harcırah Nizamnamesi eki Mesafe Cetveli'ni okudukça duygulandım. Bu mesafe cetveline göre buraya göreve gidecek memurlara ödenecek harcırahın tutarı gösteriliyordu. Cetvelde, Filibe, İslimye, Varna, Tolci, Rusçuk, Vidin, Tırnova, Sofya, Saraybosna, Hersek, İzvornik, Banaluka, Bihke, Travnik, Yenipazar, Selanik, Manastır, Siroz, Drama, Görice, Yanya, Yenişehir, Ergiri, Preveze yazıyordu. Evet, bu Yüzyılın başında bu Şehiler bizimdi. Gençlerimiz bu şehirleri biliyorlar mı? Daha başka hangi şehirler bizimdi. Okumaya devam ettim. Berat, Prizrin, Üsküp, Niş, Debre, İşkodra, Kale-i Sultaniye, Midüllü, Sakız, Rodos, İstanköy, İstanköy, Hanya, Resmo, İsfakiye, Kandiye, Sultaniye, Laşid, Şam, Beyrut, Akka, Havran, Trablusşam, Hama, Kudüs-i Şerif, Haleb, Trablusgarb, Bingazi, Cebel-i Garbiyye, Fizan, Urfele, Humus, Bağdad diye sıralanıyordu. Okudukça ağlamamak için kendimi zor tuttum. Gençlerimiz bu şehirleri mutlka Haritada açıp bulmalı ve Ecdadını hatırlamalı ve Ecdadın bu şehirlerdeki eserlerini mutlaka gidip temaşa etmeliydi ve tefekküre dalmalıydı. Başka hangi şehirleri gördüm o Cetvelde. Basra, Musul, Süleymaniye,Müntefik, Dilem, Kerbela, Hille, Amare, Cebel-i Lübnan, Cidde, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Hudeyde, San'a, Asir'de Mihail, Taazz isimli şehirleri gördüm.
Bu listede bir husus dikkatimi çekti. Onu da sizinle paylaşmak istiyorum. Ecdadımız, Kudüs'e saygıyla bakar ve ismin sonuna Şerif ekleyerek, Kudüs-i Şerif derdi. Çünkü, Kudüs, saygıyla anılması gereken bir şehirdir. Aynen, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere gibi. Bu hususu tüm Milletimiz biliyor mu? Kudüs deyip de geçiyoruz. Ancak, Osmanlı Kudüs demiyor ve ona Kudüs-i Şerif diyordu.
Evet, daha dün denecek bir geçmişte, bu Şehirler, Kudüs-i Şerif, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, İstanbul, Bağdat, Basra, Trablusgarb, Aden, Musul, Sofya, Selanik, Beyrut ve diğerleri hepsi tek bir çatı altındaydı. Daha dün denecek geçmişte, yani 1900'li yılların başında, bu Şehirlerin bizim olduğunu ve şu an başka ellerde olduğunu düşündükçe hüzünlendim.
Bizim Toprakların Batı'da Saray Bosna, Doğu'da Batum, Güney Batı'da Trablusgarp, Güney Doğu'da Aden, Kuzey'de Dobruca, Köstence'ye kadar uzandığını, şu an elimizden çıktığını düşündükçe çok müteessir oldum ve duygularımı bu yazı aracılığıyla sizlerle paylaşmak istedim. Hem duygularımı paylaşmak istedim ve hem de özellikle gençlerimiz başta olmak üzere tüm Milletimize bu şehirleri hatırlatmak istedim. Millet olarak, bu Şehirleri bari haritada da olsa yerlerine bir bakalım. Ve göğsümüzü kabartalım. Umutsuzluğa asla düşmeyelim. Ecdadın yolunda yürüyelim.
“İnsan ve Toplum” odaklı yazı serimizde bir yazımızı daha sizlere sunduk. 13’üncü yazımızın konusu: “Ecdadımız ve Tarihimiz. Yüce Rabbim bizleri Ecdadımızın izinden yürütsün ve şanlı tarihimizin bir benzerini bir kez daha Bize nasip eylesin. Ve bunun yolu İttihad-ı İslam’dan geçer. Haydi hayırlısı.