HİKAYE DENEMELERİ 2: TATLICI ÇOCUK VE REHİN ALINAN CEKETİ

Ahmet Sandal

Ahmet Sandal

Tüm Yazıları

Kuşlar erken kalkarlar rızkını aramak için. Balıkçı tekneleri ta en erken vakitte daha gün ağarmadan açılır denize, rızık davası için. Maden ocağında kömür için toprağın en derinlerine inen yüreği beyaz, alnı kömür karası içindeki maden işçileri ellerinde sefer tası, omzunda görev çantasıyla “ya bismillah” diyerek güneşi beklemeden inerler katman katman aşağıya, ekmek kavgası için. Fabrikada, atölyede, berber dükkanında, kasapta, hele fırınlarda ve her türlü işyerinde rızık mücadelesi sabah çok erken başlar.

O gün bir küçük şirin çocuk da ekmek davası için evinden çok erken çıkmıştı. Yaşı en fazla 12, ya da bilemedin 13 idi.

İlkokul 5. sınıf öğrencisiydi. Hafta sonu, Ekim aylarında, soğukların yeni başladığı bir günde, artık yağmurların ve ayazın her tarafı kapladığı vakitlerde, bir sabah sessizliğinde, küçük Ömer de en erkenden evden çıkmak zorundaydı. Hafta sonu tatlı satarak, akşama kadar çarşıda dolaşarak ailesinin bütçesine katkı sağlamak istiyordu. Ömer bir de en çok tatlıları Pazarcık İlçesinde yolcu indirmek ya da mola için duran otobüs içlerinde satıyordu. Adıyaman, Malatya, Elazığ ile Adana, Gaziantep, Mersin arasında yolcu taşıyıp da ara durak olan Pazarcık'ta durarak yolcu indiren şehirlerarası otobüslerde de tatlı satardı Ömer. Tatlıcı Çocuk bazen de tren istasyonuna giderek orada tatlı satardı.

Ömer bu sene tatlı satarak, hem ailesinin bütçesine katlı sağlamak istiyordu ve hem de kendisine bir hediye almak istiyordu. İnsan nasıl kendi kendisine hediye alır ki? Babanız fakirse, etrafınızda size hediye alacak birisi yoksa, çalışıp çabalar kendi hediyenizi kendiniz alırsınız.Hediye almak ya da ihtiyacınızıkarşılamak. Hangisine sayarsanız sayın.

Bu düşünce ve duygularla Tatlıcı Çocuk, sabah en erken vakitte uyanmıştı. Yaşı çalışmak için çok erkendi. Ancak, “hayat öyle bir ağır yükler ki insana, daha emeklemeden bir çocuk, emekçi olur.”Erkenden emekçi olur fakir erkek çocukları Anadolu’da. Bu kaderdir.

İşte Tatlıcı Çocuk da “emeklemeden emekçi olmuştu.”

“Bir Tepsi ve Halka Tatlıları.”

Kimi çocuklar evlerinde sıcak yataklarında mışıl mışıl uyurken, Tatlıcı Çocuk, tatlı üretim yerine gittiğinde onun içerisinde koyacağı “boş bir tepsi” ile sabah erkenden evden dışarı çıkmıştı.

Boş alüminyum tepsi. Büyüklüğü en fazla içerisinde 50 civarında halka tatlının sığacağı kadar bir tepsiydi bu.

Halka tatlılar nasıl üretilir? Bunu anlatmaya dahi lüzum yok. Şimdilerde tatlıcılar bunu satış yaptıkları tezgahın hemen yanı başında kurdukları bir sistemle üretiyorlar ve herkes de bunu görüyor. Ancak eskiden yani Tatlıcı Çocuk’un tatlı sattığı 1972-1973’lü yıllarda böyle değildi.

Eski yıllarda Pazarcık İlçesinde tatlı üretimleri birkaç evde yapılırdı. Tatlı üretilen evlere ellerinde tepsilerle gelen yoksullar, tepsilere doldurdukları tatlılarla hızlı adımlarla çarşının yolunu tutarlardı. Erkenden tatlı satmaya başlamak için.

O gün Tatlıcı Çocuk da tatlı üretilen evlerden birisine girdi ve tepsisine 50 civarında tatlıyı doldurdu ve ne kadar tatlı aldığı, isminin ne olduğunu da tatlı üretilen evde bulunan bir deftere yazdırdı.

Tatlı satışlarında o vakitlerde sistem şöyle işliyordu.

Tatlılar üretim yerinden alınır. Diyelim ki, tanesi 1 TL’den tatlı satıyorsunuz. Bunun 75 kuruşu tatlıcıya, 25 kuruşu size aittir. Halka tatlılarını üretim yerinden aldığınızda önceden depozito mahiyetinde bir para vermezsiniz. Akşam tatlıları satıp da üretim yerine geldiğinizde, sizin payınıza düşen miktarı aldıktan sonra, geri kalan tutarı tatlı üreticisine teslim ederek, ayrılırsınız.

Tatlıcı çocuk o gün, 50 tatlı aldı. Eğer o gün akşama kadar 50 tatlıyı satarsa, 0,25X50=12.50 TL parayı evine götürecekti. Bir günde 12.50 TL. Allah bin bereket versin.

Peki, Tatlıcı Çocuk, o gün 50 tatlının acaba kaç tanesini sattı?

Sabahın ilk güneşi Pazarcık İlçesinin sokaklarını aydınlatırken, Ziyaret Tepesi'nden aşağıya doğru vuran güneş ışıkları da kendisini gösteriyordu. Bir kısım evler tepe civarında oldukları için henüz daha gölgedeydi. Çarşının bir kısmı güneş ışıklarına henüz kavuşmuştu.

Gün ağarırken çarşılarda tatlı bir telaş olur.Darabalar açılır, dükkanların önlerine satış tezgahları yerleştirilir. Çarşıdaki sokaklar bir baştan bir başa sağlı-sollu satış için sunulan ürünlerle, kıyafetlerle, çeşitli ihtiyaç maddeleriyle doldurulur.

Pazarcık çarşısı da o gün öyle şen-şakrak bir haldeydi. Tatlıcı Çocuk Ömer de tepsisindeki tatlılarla günün telaşına katıldı. Önce bir baştan bir sona çarşının en uzun sokağından aşağıya doğru “tatlı tatlı” diyerek,tiz sesle bağırır vaziyette yürümeye başladı. Bu sokakta hiçbir satış yapamadı. Daha sonra ana caddeye giderek, Malatya Asfaltı üzerinde duran otobüslerdeki yolcular tatlı alır düşüncesiyle o tarafa doğru yöneldi.

Bir otobüs gözüne takıldı. Eski model 303 Mercedes bir otobüstü. Ya da o olmayabilir. Magirus marka bir otobüs müydü? Fındıklı Toros Tur Firmasının otobüsü müydü? Ya da Çayırağası Firmasının otobüsü müydü? Tatlıcı Çocuk ekmek parası kazanmak ve tatlı satmak için ismine, cismine dahi bakmadığı otobüsün içerisine girdi. Otobüsün içerisi “leş gibi” sigara kokuyordu.

“Otobüs ve Sigara: Çağdışı Bir Uygulama.”

“Otobüs ve sigara” denildiğinde hep içim sızlar. Bu meret sigara, eskiden otobüslerde serbestti. Ya 1996 yılında, ya da 1997 yılında otobüslerde içilmesi yasaklandı. Ondan önceki dönemlerde şehirlerarası yolcu otobüslerde “fosur fosur sigara” içilirdi. Ve sigara içmeyen ve sigaradan oldukça rahatsız olanlar, seyahat boyunca “bu işkenceye katlanırlardı.” Üstüne üstlük sanki iyi bir şeymiş gibi, “otobüs koltuklarında küllük” olurdu. İnsanın havsalası almıyor. Ancak eskiden bu “çağdışı durum” mevcuttu.

Ne kadar “çağdışı değil mi?” Otobüslerde sigara içiliyor, otobüsler üretilirken sigara içenler için de “bir küllük koltuklara monte” ediliyor. Biz bu çağdışılığı maalesef, çocukluk ve gençlik günlerimizde yaşadık ve gördük.Elhamdülillah, şimdi otobüslerde seyahat sırasına sigara içilmesi ne mümkün!

“Sigara ve otobüs” denildiğinde, Annemle bir otobüs yolculuğumuz aklıma geliyor. Adıyaman'dan gelip de bizi Pazarcık Terminalinde alacak olan otobüse bindik. Otobüsle Ankara’ya gidecektik. Otobüs Pazarcık’den hareket etti ve daha birkaç km gitmeden, yolcular bir bir sigara tüttürmeye başladılar. Biz de bir genç olarak rahatsız oluyoruz, ancak sesimizi çıkartamıyoruz. Çünkü ses çıkartsak ve itiraz etsek hemen kavga edeceğiz. Annem yaşlı olduğu için dayanamadı ve öndeki koltukta sigara içen adama “öf, öf, şu pis sigarayı da içmeyin, dumandan ve pis kokudan mahvolduk” dedi. Annemin çok haklı ve çok tabi bu tepkisine “önde sigara içen adam ne gibi bir tepki verdi” derseniz. Aynen şu tepkiyi verdi. Önce pis suratıyla döndü, arkaya, yani bizim oturduğumuz koltuğa baktı ve şöyle cevap verdi: “Çok rahatsız oluyorsanız, Ankara’ya taksiyle gidin.”

İşte bu kadar. “Otobüste sigara içenlerden çok rahatsız oluyorsanız, taksiyle gidin.” Bu olayı hiç unutmam ve otobüslerde seyahat sırasında sigara içilmesini yasaklayan Hükümeti ve Başbakanını da hiç unutmam. Tansu Çiller Hükümeti zamanında oldu bu yasaklama. Bu vesile ile Sayın Tansu Çiller ve o zamanın Hükümet Üyelerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

İyi bir icraat yaparsanız, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin unutulmuyorsunuz. Bunu da hükmetme yetkisinde olanlar için söylüyorum. “Kulaklarında küpe olsun ve Milletin iyiliğine olan her iş ve işleme imza atsınlar.” Asla unutulmazlar ve yeri geldiğinde de hayırla ve iyilikle yad edilirler.

Gelelim tekrar Tatlıcı Çocuk Ömer’e. Ve hikayesine:

Ömer o gün akşama kadar, 50 tatlıyı çarşıda, otobüs içinde, sokaklarda dolaştı ve sattı. Kazandığı para ile evine gitti. Annesi Selvi Hanım akşam vakti Ömer’i karşıladı. Kazandığı parayı aldı ve Ömer’in kumbarasına attı. Selvi Hanım, “Oğlum Ömer sen kendine Terzi’de bir ceket diktirene kadar, biz senden para almayalım. İdare ederiz” dedi. Öyle anlaşmışlardı.

Evet, Ömer yaklaşan Kurban Bayramı için para biriktiriyordu. Çünkü kendisine güzel bir ceket diktirecek ve Bayram’da o ceket ile dolaşarak Bayramı neşe ve sevinçle geçirecekti. Çocuklara ve etraftakilere güzel ceketi ile hava atmak istiyordu.

“Bayramlar ve Çocuklar.”

Ben çocukluğumda Bayramları beklerdim. Her dini Bayram gelmeden önce, beni ayrı bir heyecan sarardı. Günler öncesinden Bayramı bekler ve yaklaştıkça da sevincimiz artardı. Ramazan Bayramı demek, çörek ve (şimdilerde komposto deniyor, biz hoşaf derdik) hoşaf demekti. Kurban Bayramı da zaten kebap ve et demekti. Bunların yanında her bayram biz çocuklar için cebimiz dolusu şeker ve para demekti. Şimdi, bu Bayramlar sevilmez mi?

Tüm çocuklar Bayramları sever. Biz de severdik. Şimdiki çocuklar da Bayramları çok seviyorlar.

“Tatlılarım Taze Taze. Bir Tane Alır mısın Hanım teyze!”

Ömer bir taraftan yaklaşan Bayramı beklerken, diğer taraftan da hafta sonları tatlı satıyor ve Bayram için diktireceği yeni ceket için para biriktiriyordu. Tatlı sattığı sokaklarda, çarşı içlerinde yaşlı bir kadın gördüğünde de bütün sevecenliğini üzerinde topluyordu. Onların daha merhametli olacaklarını düşünerek, tatlı satarken, şu tekerlemeyi dilinden düşünmüyordu:“Tatlılarım Taze Taze. Bir Tane Alır mısın Hanım teyze!”

İşte bu noktada, bir şiirim aklıma geldi:

Şiirimin ismi Tatlıcı Çocuk.

Ekmek kavgasında bir tatlıcı çocuk,

Hava acımasız, soğuk mu soğuk.

Almış eline, bir koca tepsi,

İşte sermayesinin hepsi

Bir de çınlayan sesi:

“Tatlı, tatlı, tanesi elli kuruş,

Beğenmezsen öyle konuş.

Tatlılarım taze taze,

Bir tane alır mısın hanım teyze.”

Bir tatlıcı çocuk, güz kadar solgun,

Bir tatlıcı çocuk, filozof kadar olgun.

Söz vermiş babasına, bir katkı bütçesine,

Karışmış gündüzü gecesine,

Hava soğuk, sokaklar çamur, ne gelir elden.

Ancak emekçiler anlar dilinden,

Bir de merhametli şairler,

Ne anlar sairler.

Bir tatlıcı çocuk, dünya kadar yorgun,

Bir tatlıcı çocuk, hayat kadar yoğun.

Bir tatlıcı çocuk, doğmuş,

Emeklemiş, emekçi olmuş,

Baharı-yazı görmeden, güzü-kışı görmüş.

Evet, bu şiir bir hakikat. İnsanlar hakikatten şiire, şiirden hakikate varmalıdır. Bizim hayal ile alışverişimiz yok. Biz Mehmed Akif Üstadımızın talebeleriyiz. Ne diyor Mehmed Akif gelin hep birlikte dinleyelim:

“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim…

İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!”

İşte bu kadar. Biz de bu ilkeyi ve bu görüşü, kendimize meslek edindik, Elhamdülillah.

Tatlıcı çocuk da gerçekçiydi. Yaşamak için çalışmak gerektiğine inananlardandı. Bu nedenle daha ilk çocukluk yıllarından itibaren ailesine katkı sağlamak için çabalıyordu. Hafta sonu tatlı sattığı gibi, bazen hafta sonlarında da, Marangoz olan babası ile birlikte çalışmaya giderdi. Babasının kapı, pencere gibi tamirat işlerine gittiğinde Ömer de gider, Babasına yardım ederdi.

Günler geldi geçti. Ve Ömer tatlı satarak biriktirdiği paralarla kendisine bir ceket diktirmek için Babasıyla birlikte Terzi Ahmet’in dükkanının yolunu tuttular. Besnili Terzi Ahmet, iyi bir esnaftı. Okumaya ve çocuklarını da okutmaya çok gayretli idi. “Çocuklarım okuyacak, hakim olacak, savcı olacak” derdi. Terzi Ahmet bir taraftan Ömer’in küçük bedeninde mezura ile ölçü alıyor, dikeceği ceket için özenle hazırlanıyor, diğer taraftan da “sen de oku ve büyük adam ol”diyordu. Ölçü alındıktan sonra Terzi Ahmet, Ömer’e sordu: “Şu kumaşlardan hangisini istersin?” Ömer renk renk kumaşlara söz gezdirdi. Terzi Ahmet’in dükkanındaki raflarda sıra sıra kumaşlar dizilmişti. Ömer bu kumaşlardan siyah renkli ve üzeri beyaz beyaz çubuklarla desenlendirilmiş olanı seçti. Çizgili bir ceketi olacaktı Ömer’in. Üstüne üstlük siyah/beyaz desenli bir ceketi olacaktı. Beşiktaş, Ömer'in gönül verdiği futbol takımıydı. Çocuklar olarak maç yaptıklarında Ömer'in takımının ismi her daim Beşiktaş'tı.

BJK hayranı Ömer ölçüsünü vermiş, kumaşı seçmiş ve şimdi ceketin hazırlanmasına gelmişti. Terziler birkaç gün içerisinde prova için de müşterilerini çağırırlar. Terzi Ahmet Ömer’in Babasını 2 gün sonra haber salmış ve Ömer’i provaya da çağırmıştı.

Terzi Ahmet’in Ömer’in ceketini dikmesi yaklaşık bir hafta sürdü. Bu arada Kurban Bayramı da yaklaşıyordu. 2 ya da 3 gün sonra Kurban Bayramı sevinci ve coşkusunu tüm Müslümanlar yaşayacaktı. Cuma Akşamı Terzi Ahmet, Ömer’in babasını çağırmış ve ceketi teslim etmişti. Ceket dikim ve kumaş ücreti verilmiş ve helalleşilmişti.

Babası o akşam eve elinde bir çanta içerisinde yepyeni bir ceketle gelmişti. Ömergilin evi derme-çatma iki odalı küçük bir evdi. Ev içerisinde ne banyo, ne de tuvalet vardı. Banyo mutfakta “caa” denilen bir beton zemin üzerinde yapılırdı. Veeski yağ tenekeleri içerisinde dışarıdaki bir ocakta ısıtılarak içeri getirilen suyla “caa” dedikleri küçük bir alanda banyo yapılırdı. Evin duvarları da kerpiçten olduğu için duvarın dış cephesine vuran yağmurlardan dolayı nerdeyse yıkılacak gibiydi. Hatta o kerpiç duvarda bir incir ağacı tabi olarak yetişmişti. O ağaçtan çocuk yıllarında Ömer çok incir yemiştir.

Lezzetli incirler. Kahramanmaraş yöresi Dünyanın en güzel incirlerinin yetiştiği yerdir. Ülkemizde Aydın İncirlerinin ismi bilinir. Elbette Aydın İncirleri de lezzetlidir. Kahramanmaraş İnciri ayrı bir lezzet ve ayrı bir damak zevki olanlar için bulunmaz bir nimettir.

O akşam Ömer kapıya doğru hızla koşarak heyecanla beklediği ceketine kavuşmuştu. Babasının elindeki çantayı açarken nefesi kesilmişçesine davranıyor ve soluksuz bir şekilde ceketi süzüyordu. “O gece üzerinde o ceketle yattı” desem yeridir.

Sabah hafta sonuydu. Ömer erkenden kalktı. Gidip mutfaktaki boş tepsisini aldı. Yeni ceketini giydi. Heyecanlanmıştı işte. Bayramı beklemeden ilk günden ceketi giymişti. Bu tepsiye tatlı dolduracak ve satıp da gelecekti. 2 gün sonrasında da Bayram için biraz harçlığı olacaktı. Bayramda ayrıca büyüklerinin, Amcalarının, Dayılarının elini öperek de harçlığını çoğaltacaktı.

Bayrama 2 gün vardı ancak, Bayramlık ceketini giymiş, tatlı tepsisini eline almış ve çarşıya doğru sabah erkenden yola çıkacakken, annesi onu gördü. “Ömer bu ne hal? Bu hafta sonu tatlı satma. Zaten Bayram yaklaştı. Evde dinlen. Ceketini de bugünden giyme. İlk defa Bayram Günü giy” diyerek seslendi.

Ömer bu. Çocuk işte. İlla da o gün o ceketi giyecek ve Annesi bu hafta sonu tatlı satma dese de gidip satacak. Ömer dinlemedi. Sabah erkenden evden çıktı ve Pazarcık’detatlı üretilen evlerden birisine doğru yol aldı.

Üzerinde yepyeni ceketi farkediliyordu. Mahallede o erken saatte birkaç kişi yolda-yolakta oluyordu. İşine giden birkaç esnaf, mahalledeki fırına ekmek almaya giden birkaç kadın, parıldayan yepyeni bir ceket içerisindeki Ömer’de farklılığı görmüşlerdi.

Yolda karşılaştığı birkaç kadın Ömer’e gülümsedi ve “yakışıklı olmuşsun, ceketin de yakışmış ha” diyerek takıldılar. Hatta Eşe Sultan dedikleri yaşlı bir kadın da “sen Bayramı erken getirmişsin be Oğlum” diyerek sevinçle Ömer’e sarılarak iyi dileklerini belirtti ve saçını okşadı.

“Baş Okşamak.”

Baş okşamak ya da saç okşamak. Bir çocuğa gösterilecek ve şefkat hisleriyle onda uyandırılacak en büyük sevgi metodudur. Ve en güzel şekilde sevgiyi karşı tarafa aktarır. Mahallenizdeki, apartmanınızdaki küçük çocuklarımızın saçlarını okşayın ve onlara her daim sevgiyle, merhametle ve şefkatle bakın.

Birgün sevgili Peygamberimiz (asm) ashabına söyle seslendi: “Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse ile ben şu iki parmak gibi Cennette beraber olacağız"

Başka bir Hadis-i Şerif’te sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdular:
"Kalbinizin yumuşak olmasını, ihtiyacınız olan şeylere kavuşmayı ister misiniz?
Öyle ise yetime şefkat gösterin, başını okşayın, yediğinizden ona yedirin ki, kalbiniz yumuşasın ve muhtaç olduğunuz şeylere kavuşasınız."

“Bu Toplumdaki İhtiyaç: Sevgi, Merhamet ve Şefkat”

Bu üç şey bizim ihtiyacımız olandır. Evet, sevgi, merhamet ve şefkat bu Topluma ekmek ve sudan daha öncelikle lazımdır. Gel gör ki, merhametsizlik, şefkatsizlik ve sevgisizlik her yeri sarmıştı. Bu Toplumu her yerden çevrelemişti.

İşte o gün Ömer de bir merhametsizlikle karşılaşacaktı.

Erkenden elinde tepsisiyle tatlı almaya yola koyulan Ömer, tatlı üretilen evlerden birisine girdi. Evin içerisinde keskin bir ayçiçek yağı kokusu hakimdi. Tatlılar hamur haldeyken, kızgın ayçiçek yağı içerisine atılır ve büyük kazanlar içerisinde pişirildikten sonra tepsilere sıra sıra dizilirdi.

Tatlı üretilen evin avlusunda yaşı 20-25 yaşlarında bir adam karşıladı Küçük Ömer’i. Beyaz çizgili siyah beyaz yepyeni bir ceket içerisinde Ömer’i görünce önce hayrete ve şaşkınlık içerisinde kaldı.Adam bir acayip oldu. Bu ne hal diye düşündü içinden. “Bu çocuk düğüne mi gidiyor, tatlı satmaya mı gidiyor” diye düşündü. Bir anlam veremedi bu görüntüye. Anlam veremedi ancak çok da oralı olmadı.Zaten tatlı satmak için gelen kimselerle çok da muhatap olmazdı.

Ömer bayramlık yepyeni kıyafeti içerisinde tatlı satacaktı.

O gün hava birden bire bozdu. Yağmur başladı. Ömer buna çok üzüldü. Bir tarafta yepyeni kıyafeti ve diğer taraftan hafif hafif çiseleyen yağmur. Sonra biraz daha arttı yağmurun şiddeti. Yağmur biraz duruyor, biraz yağıyordu. Ömer çareyi şöyle buldu. Tatlı üretilen evden bir muşamba alarak tatlı tepsisinin üzerine serdi. Öylece çarşının yolunu tuttu.

O gün yağmurdan, yağıştan olacak, caddeler tenhaydı. Ömer, çarşıdaki sokaklarda biraz adımladı. Yine titrek seslerle “tatlı, tatlı” diye bağırarak birkaç kuruş kazanmaya çalıştı. Ancak üç-dört adet tatlı satmışken nasıl oldu bilinmez, Ömer’in elindeki tatlı tepsisi 45 civarındaki tatlıyla birlikte çamurun içerisine “lop diye düştü.” Ömer yağmurlu bir havada, elleri sudan kayganlaştığından mıdır, elleri soğuktan üşüdüğünden midir, bilinmez, tüm tatlıların çamura düşmesine engel olamamıştı. Tatlılar çamura bulanmıştı.

Tatlıcı Çocuk ağlamaya başlamıştı. Bir taraftan çamur içerisindeki tatlılara bakıyor, diğer taraftan da “iki gözü iki çeşme”ağlıyordu. Ne olacaktı şimdi? Şöyle bir düşündü, 45 tatlı, nerdeyse 45 TL demekti. Bu kadar parayı ödeme gücü yoktu. Zaten Babası da oldukça fakirdi. Bir de sanki Annesi Selvi Hanım bütün olacakları biliyormuş gibi, Bayram öncesi oğlunun tatlı satmak için bu gün dışarı çıkmasından da hiç hoşnut olmamıştı.Bu düşünceler içerisinde ağlamaklı bir halde tatlıları aldığı eve doğru yürümeye başladı Ömer. Artık durumu tatlı üretilen evdekilere anlatacaktı ve çamura düşen bu tatlılardan dolayı bir maddi yükümlükle karşılaşmadan kurtulmaya çalışacaktı.

“Rehin Alınan Ceket!”

Ömer tatlıları aldığı evden içeri girdi ve sabah kendisini karşılayan o adam ile tekrar karşılaştı. Ömer’in elinde çamura bulanmış boş tepsiyi görür görmez durumu anladı. Ömer’in konuşmasını bekledi. Ömer, kekelemeli bir ses tonuyla, zorla “tatlıları çamura düşürdüm” diyebildi. Bu durum karşısında adam tek bir hareket yaptı ve koşarak Ömer’in yanına geldi ve sırtındaki ceketi çıkartarak aldı. Ve hiddetli bir ses tonu ve sert bakışlarla “ya döktüğün tatlıların parasını akşama kadar getirirsin, ya da bu ceketi bir daha göremezsin.”

Üzerinde bir ince gömlekle, ayağında çamurlu bir pantolonla Ömer donakalmıştı. Kısa bir süre sonra dizleri üzerinde çökerek “hüngür hüngür” ağlamaya başladı. Bir taraftan ağlıyor, diğer taraftan da “keşke bugün tatlı satmaya gelmeseydim, zaten Annem de bugün tatlı satmaya gitme dedi” diye sızım sızım sızlanıyordu.

Ömer’in bayramlık ceketi rehin alınmıştı. Bir ceket rehin alınır mıydı? Garibanın neyi varsa o rehin alınırdı. Gariban Ömer’in, Tatlıcı Çocuk’un yalnızca bir ceketi vardı, o da Bayramlık Ceketi idi. O da gitmişti şimdi. İki gün sonra Bayram mı gelecekti. Ömer de Bayram sevinci de gitmişti. Bir taraftan Anne sözü dinlememiş, diğer taraftan da bu zor durumla karşılaşmıştı.

Ne yapacaktı şimdi? Birden aklına Zekiye Ninesine gitmek ve durumu anlatmak geldi. Annesine durumu anlatacak yüzü yoktu. Zaten Zekiye Ninesini evi de tatlıcıların evine yakın bir yerdeydi. Koşarak Zekiye Ninesinin evine gelmiş ve ağlamaklı bir halde durumu anlatmıştı. Bir küçük çocuğun ceketinin rehin alınmasına oldukça sinirlenen Zekiye Nine, tatlıcıların evine giderek, Ömer'in ceketini çıkartıp da alan o adama “çocuk tatlıları bilerek dökmedi ya, kazara olmuş bir olay bu, verin bakalım Torunumun ceketini diyerek”duruma müdahale etti. Bu sırada avludaki tartışmalara ve seslere daha fazla bigane kalamayan Tatlıcı Kadir Usta, içeride tatlı pişirmeyi bırakarak avluya çıktı. Zekiye Nine, Kadir Usta'ya durumu anlatınca, bu duruma üzüldü. "Zekiye Hanım biz komşuyuz, olur mu öyle şey, çocuğun sırtındaki ceket rehin alınır mı? Bir yanlışlık olmuş" diyerek avludaki o adama da "bir daha bizden habersiz böyle yapma" diyerek de uyardı.

Ceketine tekrar kavuşan Ömer'in yüzündeki sevinci keşke görseydiniz. Yüzündeki sevinç ve gülücükler Dünyaları aydınlatıyordu. Evet, Ömer bayram öncesinde ceketine tekrar kavuşmuştu. Seviniyordu Ömer. Gülüyordu Ömer. Sanki hiçbir şey olmamış gibi evine doğru koşmaya başlamıştı Ömer. Koşarken de arkasına dönerek Ninesine teşekkür etmeyi de ihmal etmiyordu.

Eve vardığında Ömer’i, Babası Marangoz Osman Usta karşıladı. Annesi Selvi Hanım içeride, mutfak tarafındaydı. Ömer bu yaşadıklarını hem Annesine, hem Babasına anlattı. Ömer’in sevinçli halini gören Marangoz Osman Usta, bir taraftan gülüyordu. “Allah sevindireceği kulunun önce eşeğini kaybettirir, sonra da buldururmuş. Oğlum senin halin aynı ona benzedi” diyerek saçlarından okşayıp alnından öptü.

Bayram mı? Bayram günü ne mi yaptı Ömer?

Evet, evet, o Kurban Bayramı, o olaydan iki gün sonra tüm ailece sevinçle yaşandı. Ömer ve Ailesi Bayram günü erkenden kalktılar. Marangoz Osman usta erkenden çocuklarını uyandırdı. Bayram namazına gittiler. Namaz sonrası kurbanlık koyunlarını kestiler. Kebaplarını yediler. Daha sonra Ömer, “meşhur çizgili ceketini giyerek” akrabalarından başlayıp da konu komşuya Bayramlaşmaya gitti. Bir Bayram daha mübarek bir hava içerisinde, büyük sevinçlerle bitti.

Ömer, o meşhur ceketini ortaokula başladığı sene de yıl boyunca okulda giydi. İlerleyen yıllarda üzerine küçük gelse de o ceket birkaç sene Ömer’in üzerinde görüldü.

Not: Bu hikaye denemesinde geçenkişi ve yer isimlerinin bir kısmı gerçek, bir kısmı takma isimdir. Ancak olaylar gerçeğe yakın yaşanmıştır.