Dış politika mı "dişe diş politika" mı?
İNSAN VE TOPLUM ÜZERİNE GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER – XII
Anadolu Gazetesi’nde “İnsan ve Toplum” üzerine görüş ve düşüncelerimizi yayınladığımız yazı serisin 12’incisine geldik, maşallah. Daha 12 bin kere yazacağız inşallah. Geçen haftalarda ahlak ve edep, çevre koruma ve çevre kirliliğini önleme ve aile yapımızın ve çocukların korunması, devlet yönetimi, dil ve edebiyat, eğitim ve öğretim, ekonomi, mülk ve servet ile benzeri başlıklardaki, sağlık, zindelik, esenlik, gençlik ve yaşlılık” üzerine görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaştım.Bu hafta “Uluslararası İlişkiler, Dış Politika ve Zulüm Devletleri” üzerine sizlere fikirlere sunacağım. Haydi hayırlısı. Niyet iyi, akıbet iyi.
1- DIŞ POLİTİKA MI "DİŞE DİŞ POLİTİKA" MI?
Son günlerde dış politika, insanların daha çok ilgisini çeker oldu. Konuyla ilgili olmayan sade ve sıradan vatandaşlar dahi artık, “Suriye’de ne oluyor? Irak ne olacak? Bu Katar meselesi de neyin nesi? ABD Ortadoğu’da ne yapmak istiyor? Rusya mı, Çin mi, ABD mi? Hangisi daha güçlü? Dış politikada ekonomi belirleyici, yoksa siyaset mi daha çok etkili? Dünya bir 3. Dünya Savaşına mı gidiyor?” Evet, bu ve buna benzer sorular hepimizin dikkatini çekiyor. İlgilensek de, ilgilenmesek de dış politika hayatımızın içerisine kadar girdi.
Ben de Araştırmacı Yazar bir Kardeşiniz olarak, “kamu yönetiminin geliştirilmesi, toplumda ve yönetimde ahlak ve adaletin yaygınlaştırılması, edebiyat ve fikir üzerine” çeşitli yazılar yazmış olmama rağmen dış politika üzerine neredeyse hiç yazı yazmadım.Bakmayın siz benim dış politika ve uluslararası ilişkiler üzerine yazmadığıma. Esasında en çok bu hususlarda benim yazmam gerekiyor. Niye mi? Bir kere, “Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler üzerine Ankara Üniversitesinde 4 ay süreli bir eğitim programına katıldım.” Üstüne üstlük çocukluğumda en sevdiğim işlerden birisi “Ülke haritalarını incelemek ve Devletlerin siyasi yapılarıyla ilgilenmekti.”Bunun yanında bir de tarihi olayları okumaya da çok meraklaydım. Bu kadar ilgiye rağmen dış politika ve uluslararası ilişkiler üzerine yazmadım. Denk mi gelmedi, yoksa “dış politika ve uluslararası ilişkiler üzerine de başkaları kafa yorsun” diye mi düşündüm, bu alanda neredeyse hiç mi hiç yazı yazmadım. Ancak bundan sonra bu alanda da yazı yazmam gerektiğini düşündüğüm için bu ilk yazımla konuya giriyorum. Ya bismillah.
Tarihlerden beri Ülkelerarası güç mücadeleleri siyasi, askeri, ekonomik, teknik ve stratejik açılardan sürdürülen bir mücadeledir. Bir Ülkenin güçlü olması için yalnızca askeri gücü olması yetmiyor. Siyasi, ekonomik, teknik güç ve stratejik bakış bunlarla birlikte olması gerekiyor.Tarihlerden bu yana Devletlerarası kudret yarışı ve üstünlük sağlama planları hep bu beş noktadan (siyasi, askeri, ekonomik, teknik ve stratejik noktalardan) gerçekleştirilmiştir. Dünya’da uluslararası ilişkilerde yukarıdaki beş nokta itibariyle mücadele verilirken “ana kural menfaat” olmuştur.
Tabi bu ana kural menfaat olmakla beraber, büyük Ülkeler menfaatin yanında,“hegemonik düşünceler” doğrultusunda hareket etmişlerdir. Tarihte, bir İskender’i, bir Cengiz Han’ı, Persler’i, Yunanlıları ve Romalıları düşünün ve günümüzde de ABD’yi düşünün, 19. Asırda İngiltere’yi düşünün, şu hususu hemen farkedeceksiniz, “hegemonya devam etsin de, nasıl devam ederse etsin, mühim değil.”Hegemonik düşünceler bazen mantıkla örtüşmez. Hegemonik düşüncelerle sefere çıkan İskender, doğduğu topraklardan 10 bin km ötesine kadar giderek savaş yapmış ve kazanmıştır. Üstüne üstlük fethettiği toprakları tekrar bırakarak Ülkesine dönmüştür.
Hegemonik düşünceler bazen mantıkla bağdaşmaz diyoruz, ancak, elbette şurası da bir gerçektir. Hegemonik düşünceler parayı, zenginliği ve kudreti esas alır. Yani, İskender de, diğer hegemonik hükümdarlar da istila ettiği, işgali altında tuttuğu toprakların zenginliklerine ve maddi kaynaklarına göz dikmiş ve sömürmeyi hedeflemiştir. Şimdi ABD’nin yaptığı da aynıdır. Sömürmek ve hegemonyayı böyle sürdürmek. Sömürmeden hegemonya devam etmez.
Şimdi bu genel bilgilerden özel bir duruma gelelim. ABD’nin ve birlikte hareket ettiği Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen gibi Ülkelerin Katar’ı kara listeye alarak, dış politikada yaptıkları son hamle üzerine kendi görüşlerimi açıklayayım.
Katar krizinde şu üç hedef geçerlidir.
1-ABD’nin hegemonik çıkarları ve Arap Topraklarındaki başta petrol olmak üzere tabi kaynakları sömürme planları.
2-Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen gibi Ülkelerin yöneticilerinin antidemokratik yollardan elde ettikleri saltanatlarının ilanihaye devam etmesi.
3-Katar üzerinden hareketle Türkiye’ye zarar vermek.
Evet, ABD denilen Büyük Şeytan yanına küçük şeytanları da alarak (Suudi Arabistan’ın Kralını, Mısır’ın diktatörünü ve Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen gibi Ülkelerin kukla yöneticilerini alarak) sömürgeciliğini sürdürmek istiyor. Bu sömürgeci gücün kuyruğuna takılan saydığım Ülkelerin zalim yöneticileri de “borularını öttürmek, kirli saltanatlarını” sürdürmek istiyorlar. Kralların ve zalim yöneticilerin en çok korktuğu şey iktidarlarının sona erdirecek demokratik bir yöneliştir. Nerdeyse 20 yıldır Katar merkezli El Cezire isimli Dünya çapında yayın yapan TV kanalı, en çok da Suudi Arabistan’ın Kralını, Mısır’ın diktatörünü ve Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen gibi Ülkelerin kukla yöneticilerini tehdit ediyor. Bu TV halkı aydınlatıyor ve gerçekleri herkesin öğrenmesi için özgürce yayın yapıyor. Ancak, krallar ve diktatörler bundan rahatsız oluyorlar. İşte bu rahatsızlıklarıyla Katar’ı kontrolleri altında tutamadıklarından, güya diplomatik yollarla sonuç almaya çalışıyorlar ve Katar’la diplomatik ilişkilerini kesiyorlar. Ancak, maksatları bellidir. Maksat kendi Ülkelerindeki küçük de olsa demokratik bir uyanışa izin vermemektir.
Daha komik olanı da “Katar’ı teröre destek veren bir Ülke olarak nitelemeleri.”Ey Suudi Arabistan’ın Kralı, Ey onun kuyruğundaki Ülkelerin yöneticileri, ABD’den daha büyük terörist Ülke mi var? Bu ABD, PKK’yı gizlice, YPG’yi açıktan destekleyip de silah yardımı yapmıyor mu? ABD daha geçen gün TIR’lar dolusu silahları YPG’ye gönderdi. Herkes de bunu gördü. Ey Suudi Arabistan ve onun kuyruğuna takılanlar, “eğer sizde insanlık varsa, önce ABD’yi teröre destek veren Ülke olarak ilan edersiniz.”
Evet, hakikatler bu kadar net ve ortadadır. Bir başka hakikate daha gelelim.
Katar krizinin Türkiye’yi ilgilendiren boyutu da var. Katar ile olan güçlü siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerimiz yukarıda isimlerini belirttiğim Büyük ve Küçük Şeytanları (ABD denilen Büyük Şeytanı, yanındaki küçük şeytanlar Suudi Arabistan’ın Kralını, Mısır’ın diktatörünü ve Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen gibi Ülkelerin zalim yöneticilerini)rahatsız ediyor. Bu noktadan bakıldığında Katar krizinde bu saydığım Şeytanlar bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Bir taraftan kendilerini tehdit eden Katar’ı devreden çıkartıyorlar. Diğer taraftan da Türkiye’ye gözdağı veriyorlar. Ancak, Ülkemiz bu büyük ve küçük Şeytanların tehditlerinden korkacak ve çekinecek değildir. Elhamdülillah. Türkiye bu krizde çok net ve çok kesin mesajlar vererek Katar’a olan desteğini açıklamış ve işbirliğini güçlendirmiştir. Yani, dış politikada Bize “şah diye” meydan okuyanlar, mat oldular.Elhamdülillah.
Dış politikada sağlam adım atmak ve herkese hakkıyla karşılık vermek gerekir. Evet, dış politika tarihlerden beri aynı mantıkla devam ediyor. Dış politika tarihlerden beri “dişe diş” bir politikadır.
2- BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL SEKRETERİNE AÇIK MEKTUP
Sayın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, bu mektubu size, Dünya’da emsali geçmiş çağlarda görülmemiş zulüm, şiddet ve kaba kuvvetin yaşandığı bir ortamda yazıyorum. Bu şiddet, zulüm ve kaba kuvvet şahıslar ya da topluluklar tarafından değil, bizzat güçlü Devletler’in güçsüz Devletlerde yaşayan masum halkları ve sivilleri acımasızca, pervasızca hedef alması şeklinde icra edilmektedir. Bu saldırılar nedeniyle, asıl sorumluluk ilgili Devlet Yöneticilerinde olsa da, bu alçakça, bu adice fiillere karşı sessiz kalmak, bir yönüyle zulme rıza göstermek ve diğer yönüyle de zulmü yapanlara destek vermek mânâsına gelmektedir. Bunun için, ABD, Rusya, İsrail gibi zorba güçlerin, Emperyalist Devletlerin Dünya’nın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirdikleri saldırılara lanet ediyor ve bütün varlığımla karşı koyuyorum.
Sayın BM Genel Sekreteri, benim yukarıda gösterdiğim bu davranışı göstermeyen aklı başındaki herkes, emperyalizme, zorbalığa cesaret verdiği için sorumluluk taşıyacaktır. Tabi, bu hususta en büyük sorumlulardan biri de sizsiniz. Çünkü, Birleşmiş Milletler (BM), Dünyadaki adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği sağlamak üzere kurulmuş bir teşkilattır. BM, Dünyadaki Ülkelerin birbirlerine kaba kuvvet ve şiddet göstermesini engellemeyi amaç edinmiş en yetkili bir kuruluştur. Böylesine önemli teşkilatın başında da siz varsınız. Bundan dolayı en büyük sorumluluk elbette sizdedir.
Evet, BM Ülkelerarasında adalet ve güvenliği sağlamayı ilke edinse de, bu ilke genelde kağıt üstünde kalmakta, “güçlü ve zorba Ülkeler, hukukun üstünlüğünü değil, üstünün hukukunu” esas almaktadır. İşte bundan dolayı, ABD Irak’ta terör estirmekte, ABD’nin bu pervasızlığından, bu hukuk tanımazlığından güç alan Rusya da Gürcistan’da at oynatmaktadır. İsrail’e gelince, bu Eğreti Devlet hiçbir kural ve ilke tanımadan sivilleri yıllardan beri katletmektedir. Bu Eğreti Devlet’in Lübnan’a yönelik saldırısında ölen çocukları, asırlar geçse de unutmak mümkün değildir. Velhasıl, Ülkelerarası zorbalık, saldırı ve şiddet gün geçtikçe dozunu artırmaktadır. Bu saldırılarda en çok da çocuklar ve kadınlar mağdur olmaktadır.
Sayın BM Genel Sekreteri, işte en son saldırı haberi Afganistan’dan geldi. Ve bu saldırıda, zavallı ve silahsız Afganlı sivillerin, evlerinde mutad işlerini yapmakta olan Afganlı kadınların ve daha hayatı tanıma fırsatı bile elde edememiş Afganlı masum çocukların ABD askerlerinin havadan attıkları bombalarla öldürüldükleri haberi yürekleri yaraladı. Sizin yüreğinizde bir kımıldama oldu mu!? Evet, Genel Sekreter, Amerikan Komutasındaki Koalisyon Güçleri 22.08.2008 günü Herat'ı Bombaladı. Bu bombalar altında, çoğu Kadın ve Çocuk 76 Sivil Öldü. Bu ölümleri duyduğunuzda neyle meşguldünüz? Bu haberi duyduğunuzda o meşguliyetinizi aynen sürdürdünüz mü? Bir kadeh bir şey içiyor idiyseniz, içmenizi kaldığınız yerden devam ettiniz mi? Bir şeyler yiyorsanız, iştahınız kesilmeden aynen devam ettiniz mi? Bir şeyler yazıyor idiyseniz, kaleminiz elinizden düşmedi mi? Bu soruların cevabı “evet” ise, sizi “tel’in ettiğimi ve sizden utandığımı belirtmek durumundayım.
Sayın BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, insaf taşıyan sâfî vicdanlar adına, sizi insanlığa, sizi adalete ve sizi hakka çağırıyorum. BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun bir şair olarak, sizi hakka ve doğruya çağırıyorum. Sözlerimi daha isabetli hâle getirmek için, size, zulme hiçbir zaman rıza göstermeyen Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un diliyle sesleniyorum:
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakkı tutar kaldırırım.”
Evet, Genel Sekreter, bir Müslüman Şair olarak, Dünyanın neresinde ve her ne şekilde olursa olsun, “kanayan yaralar”a merhem olmaktır muradımız. Evet, Genel Sekreter, bir Müslüman Şair olarak “kanayan yaralar” karşısında yanar ta ciğerimiz. Evet, Genel Sekreter, bir Müslüman Şair olarak, “kanayan yaralar”ı gördükçe, adam aldırma da geç diyemeyiz, aldırırız. Çiğneriz, çiğneniriz, ama Hakkı tutar kaldırırız. Konunun özü bu.
Sayın BM Genel Sekreteri, Dünyada zorba Devletler (ABD, Rusya ve İsrail) tarafından bunca haksızlıkların uygulandığı ve masum çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere sivillere yönelik alçakça saldırıların gerçekleştirildiği bir ortamda, sizi görevinizi yapmaya ve bu saldırılara sessiz kalmamaya çağırıyorum. Bu görevinizi yapmaz iseniz, yukarıdaki tel’inim artarak devam edecektir. Durum bundan ibarettir.
Not: Bu Mektubu 10 yıl önce yazdım. Ancak sanki bugün yazılmış gibi güncel. Çünkü değişen bir şey yok. Yine güçlü ve emperyalist Ülkeler zayıf ve zavallı Ülkeleri eziyor ve sömürüyor. Ve Filistin’de Gazze’de İsrail zulmü herkesin gözü önünde devam ediyor. “Siyonizm’e dur” diyecek bir güç gerekiyor. Sesimizi duyan olmasa da sonuna dek yazacağız ve zulme karşı sonuna dek dik duracağız. Ve Siyonizm’i biz durduracağız. Elhamdülillah.
3- İSPANYA’DAKİ MATADORLARIN VAHŞETİNE DUR DEMEK İÇİN İSPANYA KRALINA AÇIK MEKTUP
Sayın Kral, iyi niyet dileklerimi sunarak başlarım mektubuma. Sizi üzmek istemem fakat, İspanya denilince benim aklıma ilk anda “matadorlar ve onların boğalara uyguladıkları vahşet” geliyor. Bundan dolayı, ne yalan söyleyeyim, Ülkenize sevgi ve sempatiyle bakamıyorum. Bu durumda olan ve benim gibi düşünen milyonlarca insanın olduğunu biliyorum. Siz de, bu konuyla ilgili olarak, internette kısa bir gezinti yapsanız dahi, milyonlarca insanın tepkisini bir anda görür ve anlarsınız. İşte bundan dolayı, aklın ve vicdanın bir gereği olarak, İspanya’daki Boğa Güreşlerinin yasaklanması gerekir.
Sayın Kral, adı “boğa güreşi” olsa da aslında atlı, kılıçlı ve korunaklı matadorların masum ve korunaksız boğaları acı ve işkence içinde katletmesine neden seyirci kalıyorsunuz? Zulme ve vahşete seyirci kalmak, hele elinde yetki olduğu hâlde ona engel olmamak, zulme ve vahşete ortak olmak demektir.
Sayın Kral, bu mektubu çoktan beridir yazmak istiyordum. Kısmet bugüneymiş. Bugün okuduğum bir haber, bu mektubu gündeme getirdi. İşte o haber: İspanya'nın Bilboa şehrinde yapılan Aste Nagusia Festivali yine kanlı görüntülere sahne oldu. Matadorlar, ellerinde kılıçlarla, acımasızca ve acı çektirerek boğalara darbe üstüne darbe vurdu. Masum boğaların, sırtlarından akan kanlar, vicdanlı insanları dehşet içinde bırakması gerekirken, Arenadaki onbinlerce İspanyol ya da başka Ülkelerden gelen seyirciler sarhoşçasına sevinç naraları atıyorlardı. Boğa güreşleri matadorların üstünlüğü ile sürdü. Çünkü, Boğa’nın öne geçme şansı yoktu. Boğa’nın üstün gelmesi hâlinde, kapılar açılıyor ve Matadorun yardımına diğer matadorlar koşuyordu. Nitekim, Matador Jacques Monnier'nin sırası geldiğinde de aynı durum oldu. Kızgın boğa hem matadoru hem de atını boynuzlarıyla yere serdi. Her zamanki gibi, Matador arkadaşlarının yardımıyla kurtulmayı başardı. Aynı durumda, Boğa olsaydı, binlerce “hurra, oley” sesi arasında acı çekerek öldürülürdü.
Sayın Kral, Sizin Adalet ve Hak anlayışınız bu mu!
Sayın Kral, İspanya’daki Matador’ların Boğa’lara uyguladığı bu zulme, tüm insanların, tüm hayvanların, esasında tüm Dünyanın bir “emanet” olduğu bilincinde olan bir Müslüman olarak seyirci kalmam mümkün değildir.
Sayın Kral, esasında, İspanya’daki Matador’ların Boğa’lara uyguladığı bu zulme, aklı, gönlü, vicdanı paslanmamış bir İnsanın seyirci kalması mümkün değildir.
Sayın Kral, İspanya’daki Matadorların Boğa’lara uyguladıkları bu vahşet, bu zulüm, bir Müslüman olarak beni şu tahlil-değerlendirmeye yöneltti. Umarım ilginizi çeker.
Sayın Kral, iki önceki cümle içinde, “akıl” dedim, “gönül” dedim, “vicdan” dedim. İşte konunun en can alıcı noktası bu. Eğer, bir İnsanda akıl varsa, vicdan varsa, eğer bozulmamış sâfî gönül varsa Matadorlarca Boğalara uygulanan “bu vahşete dur” demek durumundadır. Altını çizerek belirtmem gerekir ki, insana yaraşan çözümler için, akıllı olmak yetmez, vicdanlı ve sâfî gönüllü olmak da gerekir. Akıl tek başına işe yaramıyor. Vicdanla ve gönülle desteklenmemiş akıl, eline geçirdiği bir yetkiyi kötüye kullanmaya sevkeder. Bu Firavun, Nemrut, Ebu Cehil aklıdır.
Öyleyse, “vicdan ve gönül olmayınca, akıl işe yaramıyor”. Vicdan ve gönül devre dışı kalmışsa, akıl da kör, sağır ve dilsiz demektir. Ne görür, ne duyar, ne de konuşur. İşte bundan dolayı, Allah-û Teala Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, insaflı vicdan ile temiz, pak ve duru gönül’den yoksun olanlar için “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler” demektedir. Gerçekten de, herhangi bir vahşete seyirci kalmak için, bir insanın ancak, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir. İspanyollar da, asırlardır bu vahşeti, kendilerine yöneltilen bunca tepkiye karşı sürdürmektedirler. Matadorların vahşetine destek olan İspanyollar, sureta akıl sahibi olsalar da, vicdan sahibi olmadıklarından ve sureta göze, kulağa ve dile sahip olsalar da, sâfî gönülden yoksun olduklarından, Kur’an’daki tabirle “kör, sağır ve dilsiz” konumuna düşerek, bildiklerini okuyorlar? Bildiklerini okuyan bu insanlar, öyle bir noktaya kadar düşüyorlar ki, -maazallah- bu nokta insanlıktan çıkma noktasıdır. İnsanlıktan çıkarak bir yaratık durumuna düşenler, ne adaletten anlar, ne haktan anlarlar. Korkarım ki, matadorların ve onlara destek olanların durumu bu.
Sayın Kral, sözü çok uzatmayayım, sizi boğalara karşı uygulanan bu zulme durdurmak için vicdanlı ve gönüllü olmaya çağırıyorum. Kim ki, bir zulme, (ister insana, isterse bir hayvana uygulanan bir zulme) seyirci kalıyorsa, sureta göze, kulağa ve dile sahip olsa da, Kur’an’daki tabirle, “ kör, sağır ve dilsiz” (summün, bukmün, umyün) hükmündedir. Gözü, kulağı ve dili olanların rahatlıkla görüp duyacağı ve konuşacağı yerde, Hakk’a ve Adalet’e sırt çeviren zalimler ve onların destekleyicileri, kör, sağır ve dilsiz durumuna düşüyorlar. Aklı, vicdanı ve gönlü olanlar, elbet bu duruma düşmek istemezler.
Sayın Kral, Matadorların bu vahşetine ortak olan ve destekleyen İspanyollara, öncelikle, Rabb(cc)imden hidayet ve ıslâh diliyorum. Eğer bu nasip olmayacaksa, korkarım ki, onları “kahr” bekliyor.
Sayın Kral, bu mektup, İspanya’daki Matador’ların Boğa’lara yönelik vahşetini önlemeye katkısı olur düşüncesiyle hazırlanmış olup dikkate alınacağına olan inancımı ifade eder, iyi niyet dileklerimi tekraren sunarım. 24.08.2008, Ankara.
Not: Bu mektubu da 10 yıl önce yazdım Bu hususta da değişen bir şey yok. İspanya’da zulüm devam ediyor. Ve tüm zulümlerin son bulması in insanlık bizi bekliyor. Geleceğiz, inşallah.
4- İTTİHAD-I İSLAM SİYASİ BİR KONU DEĞİL HAYATİ BİR KONUDUR
Bugün 11 Temmuz 2009 Srebreniça Katliamı’nın yıl dönümü. Srebreniça, Bosna Hersek'in doğusunda, Sırbistan sınırına 10 km. Uzaklıktaki 36 bin nüfuslu bir Boşnak kentidir.
11 Temmuz 1995 sabahı Srebreniça’ya gelen Sırp Kasabı General Ratko Mladiç ve onun komutasındaki Sırplı askerler korkunç bir mezalim başlattı. Mladiç, her gün köylüleri gruplar halinde sıraya sokarak hunharca öldürmüştür. Öldürülen Bosnalı
Müslümanların büyük ekseriyeti gençtir. Özellikle 1977 yılı doğumlu binlerce genç, hatta çocuk yaştaki Bosnalı Müslüman öldürülmüştür. Maksat çok açık değil mi?
Müslümanların “kökünü kurutmak”. Srebreniça’da hunharca öldürülen Müslümanların sayısı 12 bin civarındadır. Sırp caniler bir kente yaşayan insanların üçte birini yok etmiştir. Yok etmekle kalmamış, Müslümanların etlerini, kemiklerini parça parça etmişler, aradan 14 yıl geçmesine rağmen çoğu kimse, yakınlarının cesetlerini dahi bulamamıştır. Kimisi oğlunun bir ayağını, bir elini ya da yalnızca kafatasını bulabilmiştir. Bu insanların tek bir “suçu!” vardı, o da Müslüman olmaktı.
Katliamlar yalnızca Srebreniça’da mı işlendi? 1992-1995 yılları arasında Bosna Hersek’in çeşitli şehir ve köylerinde, ABD ve Gelişmiş Batı Ülkelerinin korumasında, Sırplarca gerçekleştirilen katliamda, 250 binden fazla Müslüman şehit edilmiştir. Bu katliam 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’daki ki en büyük katliamdır. Artık Hitler gölgede kalmıştır. Çünkü, yeni Hitler’ler meydana çıkmıştır.
Yine bir Temmuz Ayı ve yine Müslümanlara yönelik soykırım devam ediyor. Bu sefer soykırım Doğu Türkistan’da işleniyor. Birkaç gün önce başlayan katliamda binlerce Uygur Türkü şehit edilmiştir. Yine, ABD ve Gelişmiş Batı Ülkeleri seyrediyor. Seyretse iyi Çinlilere adeta destek veriyor.
Düşünüyorum da, özellikle son yirmi yıldır Müslümanlar topyekûn tehlike altında. Ne zamanki çift kutuplu dünyadan, tek kutuplu Dünya’ya geçildi, yani ABD tek güç olarak meydana çıktı, Müslümanlara yönelik katliamlar artmaya başladı. Gerçek şu ki, 1990-2009 döneminde nice acı yaşadık nice. Filistin’den Çeçenistan’a, Afganistan’dan Irak’a, Bosna’dan Doğu Türkistan’a kadar Müslümanlar nice acı, çile ve zulüm yaşadılar ve hâlen de yaşıyorlar. Bunun dışında, müslümanların azınlık olarak yaşadıkları İngiltere, Fransa, Almanya ve benzeri yerlerde de “tehlike kol gezmekte”, zaman zaman münferit olaylar şeklinde Müslümanlar katledilmektedir.
Görünen çok açık bir manzaradır ki, Müslümanlar Dünya’da, özellikle 1990 yılından sonra, topyekûn tehlike altındadır. Şimdi soruyorum, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin, 1990’da dağılmasıyla, Müslümanlar yönelik katliamların aynı dönemde başlaması bir tesadüf mü? Bu soruya cevap vermeden önce bir soru sormak istiyorum. SSCB’yi kim dağıttı? Kim dağıtacak? Mason ve Haçlı karışımı Batı Dünyası. Masonlar
ve Haçlılar ki, Müslümanların en büyük düşmanıdır. İşte bu iki güç işbirliği yapıyor ve eski Rusya’yı yani Doğu Blokunu dağıtıyor. Böylece yıllardan beridir kurulan çift kutuplu, yani ABD-SSCB dengesi bozuluyor. Dünya tek horozlu oluyor. Tek horozlu dünyada Müslümanlar iyice sahipsiz kalıyor. Bu anlatılanlardan, SSCB’nin yani eski Rusya’nın Müslümanların hamisiydi gibi bir sonuç çıkmasın. Ancak, 1990’dan önceki
dengeden Müslümanlar yararlanıyordu. Şimdiki bu dengesizlikten de Müslümanlar zarar görüyor. Manzara bu.
Bu manzara şu acı gerçeği gün yüzüne iyice çıkarıyor. Müslümanlar “dağınık ve başsız”. Bu dağınıklık ve başsızlık güçsüzlük ve zayıflık doğuruyor. İşte bu güçsüzlük ve zayıflık bazılarının iştahını kabartıyor. Öldürme ve yok etme iştahları kabaran azgın bir güruh (Hristiyan, Yahudi, Budist, Putperest, Ateistlerden oluşan bir grup azgın güruh) sinsi ve peyderpey bir şekilde Müslümanlara yönelik katliamlarını sürdürmektedir.
Müslümanlara yönelik katliamın nedeni çok açıktır. Müslümanlardaki güçsüzlük, zayıflık, dağınıklık ve başsızlık katliamların nedenidir. Öyleyse, Müslümanlardaki güçsüzlük, zayıflık, dağınıklık ve başsızlık büyük ve hayati bir meseledir. Peki bu meselenin çözümü nedir? Bu meselenin tek bir çözümü vardır. Müslümanların ayrı ayrı devletler içinde de olsa, tek bir çatı altında birleşmesidir. Bu çatının adı
İttihad-ı İslam’dır.
Öyleyse, İttihad-ı İslam, Müslümanların özelikle 1990 yılından sonra, tüm dünyada huzur ve güven içinde yaşaması için hayati bir konu hâline gelmiştir. Bunu salt siyasi bir konu gibi algılayıp farklı düşünenlere acıyorum. İttihad-ı İslam, artık siyasi bir konu değil Müslümanlar için hayati bir konudur. Vesselam.
“İnsan ve Toplum” odaklı yazı serimizde bir yazımızı daha sizlere sunduk. 12’inci yazımızın konusu: “Uluslararası İlişkiler, Dış Politika ve Zulüm Devletleri.” Varlıklarını uluslararası ilişkilerdeki haksız oluşumlar ve haksız dengeler üzerine sürdüren Zulüm Devletlerinin sonunu, Yüce Rabbim bizim elimizle getirsin. Ve bunun yolu İttihad-ı İslam’dan geçer. Haydi hayırlısı.
Ve gür sesle ifade ediyoruz:
Varsa Dünya'da Zulüm.
İttihad-ı İslam: Çözüm.