Dindarlık ve İslam
Geçen gün 5 madde halinde şu hususları sosyal medyada paylaştım.
1- Dindar kişi, İslam’ı temsil eden kişi değildir. Dindar kişi İslam’ı yaşadığı sanılan kişidir.
2- Din ayrı, dindarlık ayrıdır. Din, dindardan ayrı bir değerdir. Dindar olmasa da din vardır.
3- Dindar kişiye ihlas yakışır. Dindarlık ihlas ile zırha bürünmez ise riya ile her yerden hücuma maruz kalabilir. Esasında her Müslümana ihlas yakışır.
4- Her Müslüman esasında dindar olmak zorundadır. Müslümana "dindar" diye bir ilave sıfat gereksizdir. Sonradan icat edilmiştir.
5- İslam'ın insanlara ya da dindarlara ihtiyacı yoktur. Bir bütün olarak insanların İslam'a ihtiyacı vardır.
Şimdi bu geçen günkü paylaştığım fikirleri burada böyle bırakarak “Dindarlık ve İslam” bağlamında başka görüş ve düşüncelerimi açıklayayım.
Önce dindarlık nedir? Bunu açıklamak şart.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde “dindar ve dindarlık” hakkında bir tanım ve başlı başına bir açıklama bulamadım.
Ancak “abid” kavramını açıklarken “dindar” kavramına dikkat çekilmiş ve şöyle bir açıklamada bulunulmuştur: “Abid: Ahiret saadetinin ibadetle kazanılacağına inanarak kendisini ibadete veren samimi dindar. “
Bu açıklamadan dindar kavramı hakkında fazla bir izahat görememekteyiz. Esasında dindarlık ve abid (ibadet eden) arasında böyle bir birebir bağ kurmak ne kadar makul? Onu da düşünmek gerekir. Kişi ibadet etmediğinde dindar olmuyor mu? Ya da ibadet ediyor ancak taat noktasında noksan ise dindar oluyor mu? Bu soruları cevaplayabilirim. İsteyen beğenir, isteyen beğenmez.
Kişi, yalnızca ibadet etmekle dindar olmaz. İbadet etmeyenlerin de dindar sayılmaması ne kadar doğru? Düşünmek gerekir.
Evet, İslam’da ibadetin yanında bir de “taat” var.
Taat nedir? Onu da Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinden bulup açıklayalım.
Taat: “Meşru emir ve isteklere uyma anlamında bir terim.” Esasında taat ile itaat aynıdır. Kur’an-ı Kerim’de “taat” ismi geçmektedir. Buna bir örnek vermek gerekirse Nisa Suresi 59 ayet örnek verilebilir. “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Elçi'ye ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin!”
Kişi ibadet ediyor, ancak, itaatkâr değilse, dindar oluyor mu? Olamaz.
İtaatkârlık, helal dairesinde yaşamak ve haramlardan kaçınmaktır. İbadet ettiği halde, helal dairesinin dışında da hareket eden nice insan var.
Bu açıklamalarımdan sonra isterseniz, geçen gün paylaştığım hususlardan 3. maddeyi tekrar okuyun. Ben okumanız için buraya tekrar yazayım: “Dindar kişiye ihlas yakışır. Dindarlık ihlas ile zırha bürünmez ise riya ile her yerden hücuma maruz kalabilir. Esasında her Müslümana ihlas yakışır.”
Dindarlık mı vardı eskiden? Buradaki sorudan da kasıt 4. maddede açıkladım husustur.
Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (asm) zamanında sahabelerden bir kısmına “dindar”, bir kısmına “dindar değil” deniliyor muydu? Böyle bir şey mümkün mü? Elbette mümkün değil.
Sahabe Efendilerimiz (r.anh) hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış ve Sevgili Peygamberimize tam itaat etmiş kişilerdir. Bu durum itibariyle aralarında hiçbir ayrım yoktur.
Bunu düşündüğümüzde “dindarlık” kavramının sonradan gündeme geldiğini düşünebiliriz.
Dindarlık bağlamında dikkat çekilecek yüzlerce ayet vardır. Ben 4 ayete dikkat çekmek istiyorum;
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.” (Al-i İmran Suresi, 103)
“Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.” (Bakara Suresi, 256)
“De ki: “Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız şunu bilin ki, Peygamber kendi vazifesinden, siz de kendi vazifenizden sorumlu tutulacaksınız. Şu kadar ki, ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (Nur Suresi, 54)
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet/kulluk edin ki sakınıp korunabilesiniz.” (Bakara Suresi, 21)
Evet, Sahabe Asrında, bu dört ayetin beyan ettiği ve istediği hususlarda bir tereddüt ve uygulama farkı yoktu. Bu durumda toplumda dindar ve dindar olmayan ayrımına da elbette ihtiyaç olmaz. Ne zaman ki, Kur’an’daki ve Sünnet’teki emirlere itaatte ve ibadet noktasında bir gevşeklik ve ayrım meydana geldi, işte ondan sonra dindar ve dindar olmayan ayrımı gündeme gelmiştir.
Bunları dindarlığın tarihsel bağlamına bakarak açıkladım. Tarihsel bağlamı düşünmeden ve yalnızca konuyu taat ve ibadet noktasında düşünürsek, elbette her daim şu husus gündeme gelir: “Taat ve ibadetlerine hassas olup da İslam’ın emirlerini yerine getirenlere dindar denilir.”
Bunda elbette bir tereddüt yoktur.
Buraya kadar ki açıklamalarım esasında yazının girişindeki beş (5) maddelik paylaşımımı 3 ve 4. maddelerinin birer yorumudur. 1, 2 ve 5 maddelerin hiçbir yoruma ihtiyacı yoktur ve olduğu gibi gerçekleri bizatihi yansıtmaktadır.
Gerçi (şimdi düşündüm) 1. maddenin kısa bir izaha ihtiyacı var: “Dindar kişi, İslam’ı temsil eden kişi değildir. Dindar kişi İslam’ı yaşadığı sanılan kişidir.” Burada da şunu söylemek istiyorum. Esasında bizler kimin dindar olduğunu bilmiyoruz. Ancak dindar olduğunu sanıyoruz. Çünkü namaz kılarken ve başka İslamî emirleri yerine getirirken kişinin hedef ve maksadını bilmiyoruz. Her namaz kılanın ve başka ibadetleri yapanın, tüm hayatının ayrıntılarına vakıf olamadığımız için, dindar olduğunu bilmekten çok “dindar olduğunu sanmak” daha uygun bir ifadedir.
Yüce Rabbimiz bize ihlas nasip eylesin. Dindar olmak ya da olmamak o takdirde gündemden düşer.
Vesselam…
17 Nisan Anadolu Gazetesi'nden alınmıştır.