Bir şiir tahlili: Zindan’dan Mehmed’e mektup (1)

Ahmet Sandal

Ahmet Sandal

Tüm Yazıları

Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek, 1960 yılında hapisteyken yazdığı “Zindan’dan Mehmed’e Mektup” şiirinde, 63 yıl öncesinden muhteşem mesajlar vermektedir. İsminden de anlaşılacağı üzere bu mektup Üstadımız Necip Fazıl’ın hapisteyken oğluna hitaben yazdığı bir şiirdir.

Mehmed Kısakürek, Üstadımızın 5 çocuğundan en büyüğüdür. 1943 yılında İstanbul’da doğmuştur. Üstadımız bu şiirinde ilk kıtada;

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta.
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? Belki... Daha ölmedim!

Devir Tek Parti devridir. Ya da Tek Parti devri sona ermiş olsa da etkilerinin devam ettiği yıllardır. O yıllarda ve halen de “dininde, diyanetinde olanlara “gerici” yaftasını yapıştırırlardı. Kimler yapıştırırdı. “Zındıklar” yapıştırırdı. Kimdi o zındıklar. O zındıklar halen de mevcut. O zındıklar, “laikliğe bir din gibi” sarılmış azgın güruhtur. Müslümanlara asla tahammül edemiyorlar. Sarık takan erkek Müslümana, çarşaf ile kapanan bayan Müslümana asla tahammül edemiyorlar. Bırakın da herkes istediği gibi örtünsün.

“Baba katiliyle baban bir safta.” Üstadımız diyor ki, “fikrimden dolayı, düşüncemden dolayı öyle bir cezaevindeyim ki, katiller, hem de baba katilleri ile aynı yerde kalıyorum.” Maalesef, Cumhuriyetin ilk yıllarında hakim güçler, hür fikre ve özgür düşünceye asla tahammül etmemişlerdir.

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!


Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Zindan, hapishane şartları her daim zordur. Tabi, Cumhuriyetin ilk yıllarında daha da zordur. İnsan oraya girdi mi, çile başlamakta ve oradan sağ çıkmak bir nasip işidir.

Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil.

Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Asılan ve hayattan koptuktan sonra her insanın hatırası kalır. Üstadımız da “İdamlık Ali’den hüzünle bahsetmekte ve ondan geriye kalan karanfillere dikkat çekmektedir. Şair bakışı bu, çok hassas ve rikkatli olur. Bir de şu mısraa dikkat çekmek istiyorum: “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” Üstadımız diyor ki, “zaten biz Yüce Rabbimizin emrine ve onun kaderine razı olmuş ve kendimizi bu en büyük karara mahkum etmişiz, hatta bu en büyük hükme mahpus etmişiz, sizin attığınız bu zindanlar küçük kalır ve bizi korkutmaz.” Gerçekten de Müslümanlar Dünya’da ne Firavun’un, ne Nemrut’un baskılarına boyun eğmez ve onların zindanlarından korkmaz. “Bunun için gerçek Müslüman olmak şarttır.”

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

Evet, bir yürek sızısı ve hüzün dolu tasvir daha. “Beni kimsecikler okşamaz mâdem; Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!” Müslümanın en zor durumda sığınağı seccadedir. O seccade ki, sonsuz huzurun kapısıdır.

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!

Geçmez, geçmez zaman geçmez hapishanelerde. Bir dakika sanki bin dakika gibidir. Esasında bu Dünya’da insanın fıtratına ve ruhuna en ters ve en mantık dışı yerlerden birisi hapishanelerdir. Bir insanın “ömür boyu hapse mahkum edilmektense, idam edilmesi daha insanidir.” Tarihte İslam Dünya’sında ilk hapishane ne zaman yapılmıştır? Bilmiyorum. Ancak hapishanelerin Osmanlı’nın son yıllarında icat edildiğini düşünüyorum. Tabi zindan dediğimiz yerler elbette tarihten beri var idi. Ancak zindanlar ayrı, hapishaneler ayrıdır.

Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.

Bu mısralarda da yine hüzün ve hapishanelerin çile, zulüm ve insani olmayan manzaraları sergilenmektedir.

(Yazımızın ikinci bölümünde kaldığımız kıtadan devam ederek “Zindan’dan Mehmed’e Mektup” isimli şiiri tahlil etmeye çalışacağız)