Muhafazakâr ezikliğin anatomisi
Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında patlayan lağım, ortalığı berbat etti. Bu devletin, bu milletin maddî manevî desteğiyle semiren ve kendini...
Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında patlayan lağım, ortalığı berbat etti. Bu devletin, bu milletin maddî manevî desteğiyle semiren ve kendini ‘sanatçı’ diye pazarlayan bir güruhun, her türlü imkânlarıyla beslendiği devletin ve milletin sakalını yolması, bir kez daha gözümüze gözümüze sokuldu.
Senelerdir bu vatan-millet düşmanlığına çanak tutan devlet kurumları ve başındaki etkili-yetkili zevat, sanki ilk defa böylesine bir abukluk yaşanıyormuş gibi şaşkın pozlarına yatıyor. Milletin parasıyla desteklenen festival-panayırların, aynı zamanda devlet-millet düşmanlığına zemin yapıldığını ilk öğrendikleri anda tepki gösterip de gereğini yapmayan bakanlıklar ve ilgili kuruluşlar, lağımdan taşanlar tümden sokaklara dağıldıktan ve kamuoyunun öfkesi burnuna geldikten sonra destek çekme ve salon tahsislerini iptal etme gibi ‘zorunlulukları’ yerine getirmeye koyuluyor.
200 YILDIR DEĞİŞMEYEN KÜLTÜREL İKTİDAR
Bakınız… Bu ülkede bir ‘siyasî iktidar’ var, bir de ‘kültürel iktidar’ var. Siyasî iktidarlar genellikle milliyetçi-muhafazakâr eğilimden gelse de, kültürel iktidar hep bu topraklara yabancı, Batıya meftun, aşağılık kompleksine duçar olmuş ve genellikle de gayrimüslim ve gayritürk zevattın kontrolünde bulunuyor.
Filmi biraz geriye sararak, bu ülkenin asıl sahiplerinin, kültürel iktidar konusunda niye bu kadar ezik olduğunu anlamaya çalışalım:
1683’teki İkinci Viyana Kuşatması’nda bozguna uğradığımızda, geride yalnızca Sadrazam Otağını bırakarak çekilmedik. Aynı zamanda, kültürel üstünlüğümüzü de Viyana surları önünde bırakıp döndük.
Sonra 1699’daki Karlofça Anlaşması’yla, Batı karşısındaki ‘ezikliğimizi’ resmen kabul ettik. Devamında, 18. Yüzyıl boyunca vaziyetimizi ve nerelerde hata yaptığımızı anlamaya çalıştık. Mevzuyu anladığımızı sandığımızda, vakit 19. Yüzyıl başları olmuştu. Kılık-kıyafette keramet aramaya başladık. Askerî düzenimizi sorguladık. NizaM-ı Cedit dedik. Fesat ocağına dönüşen Yeniçeri Ocağı’nı kapatarak çözüm aradık. Sonra bize akıl veren Batılı etki ajanları ve içimizdeki devşirilmişlerin ittifakıyla, 1839’da Tanzimat’ı ilan ettik. Kurtulmuştuk; artık gâvura gâvur demeyecektik.
Derken, Batı kulübü bizi borçlandırmaya başladı. Tepemizdeki, en akıllı sandığımız şahıslar, Galata’yı mekân tutmuş Batılı tefecilerden borç alarak, Avrupa tarzı saraylara oluk oluk para akıttı. Öyle ya, geri kalmışlığımızdan kurtulacaktık.
Bir de baktık ki tam bir borç bataklığına sürüklenmişiz. Elbette borç verenler emir ve akıl da veriyordu. Hızla Batılılaşmalıydık. Sanat dedik… Tiyatro dedik… Matbuat dedik… Resim dedik… Heykel dedik… Bir de baktık ki, Müslüman Türk çoğunluğumuzun pek de sıcak bakmadığı bu alanlar, bir yandan içimizdeki ecnebilerce, öte yandan devşirilmişlerle ve dahası ciğerimize kadar nüfuz etmiş yabancı etki ajanlarınca doldurulmuş.
UYANANLARIN GAYRETİ DE YETMEDİ
Bir Sultan İkinci Abdülhamit Han geldi. Türkiye’nin nasıl bir bataklığa sürüklendiğini çok iyi idrak etmişti. 33 yıl boyunca didindi, çırpındı. Lakin ikindi vakti çoktan geçmiş, güneş ufukta batmak üzereydi. Ulu Hakan, ne kadar çırpındıysa da kurtaramadı koskoca Türk Devletini.
1877-1878 Türk-Rus savaşı, 1911 Trablus Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ve nihayet 1919-1922 Kurtuluş Savaşı… Yani kafamızı kaldırmaya fırsat vermediler.
Türk Devletini, Cumhuriyet rejimiyle buluşturan Gazi Mustafa Kemal, bu millete bir Türklük şuuru ve özgüven aşılamak için her şeyi yaptı. Sonraki gelenler ise, onun yaptıklarını Batı hayranlığına ve ezikliğe dönüştürdüler.
1950’den bu yana neredeyse hep sağ-muhafazakâr-milliyetçi siyasî partiler iktidar olsa da, Tanzimat’tan beri devam eden Batıcı-sol-gayrimillî kültürel iktidar hiç değişmedi.
Peki, bu nasıl bir iktidardır ki, her dönemde varlığını ve tekelini sürdürüyor.
MUHAFAZAKÂR EZİKLİK
Hadi, önceki dönemleri bir kenara koyalım… Muhafazakâr kitle, 1994’den itibaren Yerel Yönetimlerin çoğunluğunu; 2002’den bu yana da Genel Yönetimi elinde tutuyor. Bazı belediyelerin arızî olarak el değiştirmesini bir kenara koyarsak, milliyetçi-muhafazakâr siyaset; belediyeleri 29 yıldır, Hükümeti ise 21 yıldır yönetiyor.
Bu, çok uzun bir zaman dilimidir. İyi de, bunca senede, her şeyin yerli ve millî olanını yapmayı başarmışken, neden kültür-sanatın yerli ve millî olanını bir türlü beceremedik?
Muhafazakâr siyasetin hâkim olduğu yüzlerce belediye, her sene sayısız festivaller, konserler düzenliyor. Bakıyoruz, bu konserlerde, ne kadar vatan-millet düşmanı çalgıcı-çengi-oyuncu takımı varsa, sahneye çıkarılıyor; yarım saatlik playback için yüzbinlerce lira ceplerine indiriliyor.
Buna karşılık, yerli ve millî kokulu sanatçılarımız ise; küçük salon toplantılarında birkaç yüz kişiye verdirilen mütevazı konserlerle avutuluyor.
Sorsak bizim konserci-festivalci belediye başkanlarına; “Efendim, halkımızın bütününü dikkate almak durumundayız. Tüm ahali bizim gibi sağ-muhafazakâr görüşte değil ki…” diyecekler. Yani ‘dengecilik’ oynuyorlar.
Peki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı niye dengecilik oynamıyor? Adam Tarkan’a güya bedava bir konser verdirtiyor, ama altından bilmem kaç milyon liralık fatura çıkıyor. Samimiyetle cevap arayalım: Tunç Soyer, mesela Esat Kabaklı’ya konser gerdirip, para öder mi? Hadi Kabaklı’yı geçtik… Gülşen Kutlu’ya konser verdirtir mi?
Başka bir örnek… Vasat bir oyuncu, TRT’nin en iddialı dizilerinden birinde başrol oynuyor. Bölüm başına bilmem kaç yüz bin TL ücret alıyor. Yetmiyor, TRT’nin bir yarışma programında ‘sunucu’ yapılıyor. O da yetmiyor, Afrika’da çekilen tuhaf bir belgeselimsi yapımda yönetmen koltuğunda pozlar vererek, TRT üzerinden cebi dolduruluyor. Sonra bu oyuncunun, iddialı dizideki rolü sona eriyor. Doğruca kendi mahallesine dönüyor ve ‘dizideki rolünün kendi kişiliğini değiştirmediğini’ beyan ederek, hem günah çıkarıyor, hem de mahallesindeki hemcinslerine, ‘merak etmeyin, sadece cebimi doldurdum’ mesajı veriyor.
İyi de, o vasat oyuncuya verilen rolü oynayıp, bunun üzerinden şöhret olabilecek yerli ve millî kafada bir oyuncu yok muydu?
KEPAZELİK BİR TEK ALTIN PORTAKAL’DA MI?
Başa dönelim…
Sadece Antalya Altın Portakal Film Festivali mi, vatan-millet düşmanlığının sahne aldığı yer? Mesela, daha önce Adana Altın Koza Film Festivali’nde de benzer kepazelikler yaşanmadı mı? Çirkinliğini oyunculuk sermayesi yapmış bir aktris bozuntusu, uluslararası ödüller almış büyük bir yönetmenin elini, ‘yerli ve millî’ olması hasebiyle sıkmaktan imtina etmedi mi?
Yakın zamanda bir başka festival maskaralığında, sunuculuğu yapan vatan haini, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ‘kimyasal silah kullanıyor’ iftirasını atan bir başka vatan hainine sahneden selam göndermedi mi?
İyi de, saydığımız tüm bu festival soytarılıkları, bu ülkenin Hükümetinin yönettiği kurum ve kuruluşlar tarafından veya çoğunluğu milliyetçi-muhafazakâr sınıflandırmasında yer alan belediyeler tarafından finanse edilmiyor mu? Adına sanat denilen bu zeminlerde boy gösteren çalgıcı-çengi-oyuncu tayfası, bu devleti ve milleti sömürerek semirmiyor mu?
Gidin bakın, kamu kurumlarındaki ‘özel kalem’ ve ‘basın müşavirliği’ kadrolarına… Buralara çöreklenen tayfanın yüzde kaçı Başkan Recep Tayyip Erdoğan’a veya MHP’ye oy verecek tiplerdir?
Gidin bakın, TRT ve Anadolu Ajansı koridorlarına… Oralarda görev yapanların yüzde kaçı Başkan Erdoğan’ı destekler?
Mesele bir tek Başkan Erdoğan’ın kendi etrafını sağlam tutmasıyla veya İletişim Başkanlığı’nın üst düzeyine yerli-millî yöneticiler getirmekle bitmiyor.
Artık yeter!... 200 senedir üzerimize kâbus gibi çöken bu ‘muhafazakâr eziklik’ son bulmalı. Kibarlığın ve “Karşı mahalle ne der?” tedirginliğinin anlamı kalmamıştır. Zira bu kibarlık ve anlayış ezikliği, kültürel iktidarı 200 yıldır elinde tutan gayrimillî unsurların en büyük beslenme kaynağıdır. Ve bu kaynak, derhal kesilmeli; devletin-milletin sırtından geçinip semiren bu çalgıcı-çengi-oyuncu tayfası sırttan indirilmelidir. Şayet yaptıkları sanatın halkta bir karşılığı varsa, icra ettikleriyle para kazanıp, en keskin muhalifliklerini sürdürmelerinde bir sakınca yoktur. Fakat, hem kucağında oturup, hem de devletin-milletin sakalını yolmaya da asla hakları olamaz.