Okumuşların gerçek hayattan kopuşu
Geçen gün sosyal medyada şu birkaç cümlelik görüşümü paylaştım. Büyük tesir meydan getirdi ve büyük ilgi gördü. Neydi o görüşüm? Şuydu işte:“Adam sosyolog...
Geçen gün sosyal medyada şu birkaç cümlelik görüşümü paylaştım. Büyük tesir meydan getirdi ve büyük ilgi gördü. Neydi o görüşüm? Şuydu işte:
“Adam sosyolog, toplumu bildiğini iddia eder, kendi komşusundan haberi yok.
Adam psikolog, ruh bilimini bildiğini iddia eder, kendi iç dünyasından haberi yok.
Adam filolog, Dünya dilleri uzmanı olduğunu iddia eder, kendi dilinden haberi yok.
"Şu log, bu log" örnekleri çoğaltmak mümkün.
Hangi log olursa olsun, hayatın içinde yaşamayıp "katalog" içinde yaşayanlar okumuş cehaletini temsil eder.”
Şimdi bu görüşlerim elbette herkesin rahatlıkla gözlemleyeceği hususlar. Bu görüşün özünde de “okumuşların cehaleti fikri” yatar. Ve bu fikri ilk ileri sürülenlerden birisi Alman Filozof Arthur Schopenhaur(1788-1860)’dur. Tabi bu fikri Antik Yunan Filozoflarından da duymaktayız. Hayatta faydası olmayan fikir ve görüşleri hayali bularak tenkit edenler arasında Sokrates, Platon, Aristo da vardır. Zaten Alman Filozof Arthur Schopenhaur kendisinin tüm görüş ve fikirlerinin Platon felsefesinin bir yansıması olduğunu kabul eder. Bizim Ceddimiz, bizim Alimlerimiz diyerek baştacı ettiğimiz Farabi, Gazali, İbn-i Sina, Yusuf Has Hacip, Nizam’ül Mülk ve benzeri Alimler de elbette okumaktan ve bilmekten asıl maksadın toplumun faydası olduğu gerçeğini her fırsatta belirtmişlerdir.
“Okumuş cehaleti” üzerine bu köşe yazımda sizlere sunacağım görüşler esasta Alman Filozof Arthur Schopenhaur’a ait görüş ve düşüncelerdir. Ben de aynı görüşte olduğum için bu yazıda sizlere sunmak istedim.
1-Umumiyetle elinde bir kitapla dolaşan aylak bir adam gerek etrafında olup bitene, gerekse kendi kafasının içinden geçenlere dikkat kesilme gücünden ve isteğinden o ölçüde mahrumdur. Böyle birisinin idrakini kendisiyle birlikte cebinde dolaştırdığı yahut evinde kütüphanesinin raflarında bıraktığı söylenebilir. Herhangi bir konuda özgürce aklını kullanıp bir yargıya varmak ona zor gelir. Okunabilir birtakım şekiller üzerinde gözlerini gezdirirken mekanik bir şekilde nazarı dikkatini celp etmedikçe herhangi bir tespitte/müşahedede bulunmak, neticesini bir mülahaza olarak ortaya atmak ona ağır gelir.
2- Kitap kurdu etrafına kelimelerden örülü basmakalıp hükümlerden bir ağ örer ve etrafındaki eşyayı, sadece başkalarının zihinlerinden yansıyan pırıltılı gölgelerinden görür. Tabiat onu şaşırtır. Kelimelerin ve uzun, basmakalıp tariflerin kisvelerinden sıyrılmış gerçek nesnelerin bıraktığı izlenimler onu sersemleten darbelerdir. Onların çeşitlilikleri dikkatini dağıtır, süratleri onu mecalsiz bırakır. Etrafındaki dünyanın telaşı, gürültüsü, pırıltısı ve baş döndürücü hareketi onu yıldırır ve çaresiz bir şekilde ölü dillerin dünyasının yeknesaklığına ve durgunluğuna, alfabenin harflerinin daha az irkiltici ve daha fazla anlaşılabilir terkiplerine sığınır.
3-“Rahatsız etmeyin de dinleneyim” uyuyanların ve ölülerin özelliğidir. Felçli bir kimsenin altından koltuğunu çekip değneklerini bir tarafa bırakmasını yahut bir mucize olmaksızın, “döşeğini sırtlanıp yürümesini” istemek ne ise, bilginim diye geçinen okurdan kitaplarını bir tarafa bırakıp kendi kendine düşünmesini beklemek de odur. O kitaplarına zihni-fikri dayanak diye sıkı sıkıya sarılır. Kendiyle baş başa kalma korkusu bir boşluktan duyulan ürküntü yahut dehşete benzer, nasıl ki diğer insanlar alelade havayı teneffüs ederlerse, o da ancak bilgi addettiği şeylerin atmosferinde yaşayabilir. Onun aklı ödünç alınmış bir şeydir. Kendine ait fikirleri yoktur ve başka insanların fikirleriyle yaşamak zorundadır.
4-Okumuşlar insanların yahut eşyanın değil, isimlerin ve tarihlerin bilgisiyle övünürler. Kapı komşularını ne düşünür, ne de onlar için kaygılanırlar. Ama söz Hinduların ve Kalmuk Tatarlarının kabile ve kastlarından açıldı mıydı kılı kırk yararlar. Sokakta yürürken yollarını zar zor bulurlar, ama İstanbul ve Pekin’in coğrafyası hakkında eksiksiz malumata sahiptirler.
5-Müziğin de bir o kadar cahilidir. Çok yönlü usta Mozart’ın ezgilerinden çobanın dağlarda koyun güderken çaldığı kavalın ezgisine kadar “tek bir notasından” bile anlamaz. Onun kulakları kitaplarına mıhlanmıştır. Grek ve Latin dillerinin sesiyle ve okul öğreniminin gürültü patırtısıyla sağırlaşmıştır.
6-Sanki şiirden daha fazla mı anlar? Bir manzumedeki hece adedini, bir oyundaki perdelerin sayısını bilir, ama onun ruhu hakkında hiçbir şey bilmez. Bir Grekçe şarkıyı İngilizceye çevirebilir veya bir Latince taşlamayı nazım olarak Grekçe ifade edebilir. Fakat her ikisinin de bu zahmete değip değmediğini eleştirmenlere bırakır.
7-Hayatın “teorik” yanına göre “pratik” yanını daha mı fazla bilir? Hayır. Serbest ya da mekanik sanatlardan habersizdir. Elinden ne ticaret gelir ne zanaat. Ne hünere ne şansa dayanan oyunlardan anladığı vardır. O ne tababette, ziraatta, inşaatta, ne de ahşap veya demir işlemede bir maharet sahibidir. Kendi el emeğiyle bir alet yapamaz, yapılmış olanı kullanamaz. Onun eli ne sabana küreğe, ne çekice, iskarpelaya yakışır. Ne avcılıktan ne balıkçılıktan anlar, ne atları ne köpekleri tanır, ne eskrimden, ne danstan hoşlanır.
8-Bütün sanatların ve bilimlerin okumuş profesörü bunların hiçbirinde bilfiil bir beceri sahibi değildir, ama her biri hakkında bir Ansiklopedi maddesi kaleme alabilir. O ne ellerinden, ne ayaklarından faydalanır. Ne koşabilir, ne yürüyebilir, ne yüzebilir. Vücut ya da kafa sanatlarının herhangi birinden bilfiil anlayan ve onu icra edebilen herkesi “bayağı” diye yaftalar. Her ne kadar bunlardan birini mükemmelen bilmek, aslen bunlar için uygun güçler ve özellikle bunlara tahsis edilmiş düşünce tarzıyla birlikte, uzun zaman ve uğraşmayı gerekli kılsa da, onların emeklerini küçümser.
Evet, ben 8 maddede Filozof Arthur Schopenhaur’un görüşlerini sundum. Tabi aynı görüşlere ben de iştirak ediyorum.
Yazımın sonunda bir fıkrayla işi en anlaşılabilir şekilde kısaca da izah etmiş olalım.
Bir gün birkaç adam deniz kenarında yürürlerken bir adamın denizde boğulmak üzere çırpındığını görürler. Yürüyen o adamlar hemen denizde boğulmakta olan o adamı kurtarmak için harekete geçeceklerken, o anda denizin kenarında beklemekte olan ve hiçbir şekilde hareket etmeyen bir kişi o kişileri engellemiş ve şöyle demiş: “O adamı kurtarmayın, o adam yüzmenin ve yüzme sporunun profesörüdür. Yüzme hakkında kitapları vardır.” Deniz kenarında beklemekte olan o adamın, o sözünü boğulmakta olan adam duymuş ve kendisini kurtarmak için harekete geçen o adamlara seslenmiş: “Evet, evet, ben yüzmenin kitabını yazdım, ancak, yüzme bilmiyorum.”
Evet, maksadımız anlaşılmıştır. Bir şeyin kitabını yazmak, bir konunun profesörü olmak uygulamaya ait bir bilgi değildir. Uygulama çok ayrı bir yetenektir. Ve şu son sözüm de işin mihenk noktasıdır: “Önemli olan uygulamadır, önemli olan bilginin kendisi değil, toplumda o bilgilerin uygulanmasıdır.” Vesselam.