HİKAYE DENEMELERİ-5 Erdem hoca ve talebe Taha

Pazarcık İlçesinde Taha isimli bir çocuk yaşardı. Nur yüzlü ve güzel sözlüydü. Talebeydi Taha. Talebe demek talep eden demekti. Taha öğrenmeyi, ilmi ve irfanı...

Pazarcık İlçesinde Taha isimli bir çocuk yaşardı. Nur yüzlü ve güzel sözlüydü. Talebeydi Taha. Talebe demek talep eden demekti. Taha öğrenmeyi, ilmi ve irfanı talep ediyordu. Taha talep etmiş ve Yüce Rabbi (cc) O’na Erdem Hoca’yı nasip etmişti. Talebe Taha’yı Erdem Hoca yetiştiriyordu. Taha, vakit vakit, okuldan ve evdeki işlerinden arta kalan zamanlarda Taha Hoca’nın medresesine gider Erdem Hoca’dan nasihat dinler ve sorularına cevap arardı. Çok düşünceli ve Dünya ve Ahiret konularıyla çok ilgiliydi Taha. Yaşı küçük olsa da düşündükleri ve sordukları çok ciddi ve büyük işlerdi. O sabah yine Medrese’ye gitti Taha.

Nimet ve Külfet Dengesi

“Erdem Hocam, size bir sorum olacak”, diye söz başladı Taha. Adeta koşa koşa geldiği Erdem Hoca’sının yanına. Erdem Hoca, Taha’nın sabahın bu erken vaktinde telaşlı ve nefes nefese Medrese’ye gelerek kendisine soru sormasına çok alışkındı. Çünkü, Taha, geceleri bir hususu tefekkür eder ve cevabını bulmak için hızlıca Erdem Hoca’sının yanına koşardı.

O gece Taha, evde nimet ve külfet dengesini tefekkür etmiş ve cevabını aramak için de soluğu Erdem Hoca’nın yanında almıştı.

Erdem Hoca, şefkatli bir gülümsemeyle, gözleri sevgi parıltılarıyla dolu bir haldeyken, “buyur bakalım Taha, sorunu sor” dedi.

Taha sorusunu sordu: “Erdem Hoca, nimet ne zaman külfete, külfet ne zaman nimete dönüşür?” Soru kısa idi. Ancak, sorunun manası çok da kısa değildi? Soru çok zor, çok derin ve anlamlıydı. Ancak feraset ve takva ile dolu olan Erdem Hoca’ya adeta zor soru yok gibiydi.

Erdem Hoca, “evet, Oğlum Taha, yine derin derin düşünmüşsün bu gece de. Maşallah subhanallah. Sorun çok güzel ve özel bir soru.” Taha bu güzel sözlere sevindi. Gözlerinden sevinç parıltıları yayıldı.

Erdem Hoca, bu soruyu cevaplamak için, yazı yazdığı kağıdı ve elindeki kalemi bir kenara bıraktı ve medresedeki bir minder üzerindeki yerinden, hafifçe arkadaki duvara doğru yaslandı.

“Bak evladım” diyerek söze başladı ve aşağıdaki açıklamalarda bulundu.

“Bir nimet sebeb-i selamet olacağı gibi, sebeb-i felaket de olabilir. Aynı şekilde külfet de sebeb-i selamet olabileceği gibi, sebeb-i felaket de olabilir. Yani, nimeti helalinden elde eder ve helalinden harcarsa bir insan, bu bir mutluluk ve selamet sebebi olur. Kişi böylece Dünyada ve Ahirette huzura kavuşur. Ancak, nefsine uyar da, nimeti haram yollarla kazanır ve haram yerlerde harcarsa, bu da, maazallah, bir felaket sebebi olur ve o kişi de Dünyada ve Ahirette huzursuzluğa ve zarara uğrar.

Bir külfet de sabır ve azim ile karşılanıp, insan haline şükrederse, bu da insana hem Dünyada, hem de Ahirette mutluluk ve huzur verir. Ancak, külfetin hikmetini düşünmez de nefsinin oyunlarına gelirse, isyan ederse, bu külfet ona felaket nedeni olur.”

Erdem Hoca biraz durakladı ve tekrar anlatmaya başladı: “Oğlum, evvela, nimetlerin nerden geldiğini ve neden verildiğini bileceksin. Nimetler insana bir imtihan olduğu gibi, külfetler de imtihandır. Nimet, şükrü gerektirir. Külfet de sabrı gerektirir. Bu ikisine iyi dikkat etmek gerekir. Bir insan, nimet içindeyken şükrettiği kadar, sabretmelidir de. Neye sabredecek dersen, nimetlerin kendisini yoldan çıkarmamasına sabredecek. Külfet içindeki de sabrettiği kadar, aynı zamanda şükredecek. Neye şükredecek dersen, bu külfetin de daha ağır külfeti var. Buna şükür diyecek. Evet, anlayış bu olacaktır.

Erdem Hoca, Taha’ya “istersen bu anlatımlarımı birkaç örnekle açıklayayım. Bu açıklamalarımla belki daha da ikna olursun” dedi. Taha, “ne demek Erdem Hoca, ben ikna oldum. Ancak anlatacağınız örnekleri dinlemek isterim” dedi.

Erdem Hoca şu örneği anlattı: “Oğlum zenginlik şımartır. İktidar insanı bozar. Çünkü araya nefis gire. Mesela, mal-mül sahibi çok zenginsiniz ya da bir yerde yönetici oldunuz iktidardasınız. Elinizde imkanlar var. Herşey emrinizde. Bu durumdayken, nefsinizle devamlı cedelleşmek gerekir. Bu mücadeleden zaferle çıkmak kolay mı? Sabır gerekir. İslam tarihinde yaşanmış meşhur bir olay var. Onu anlatayım. Salebe isimli bir Sahabe zengin olduktan sonra helak olmuştur. Salebe’nin mala-mülke karşı çok hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bir gün Peygamberimizin (asm) huzuruna çıkarak: “- Yâ Resûlullah, Allah’a dua et de zengin olayım” dedi. Allah’ın Resûlü (asm), Sâlebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi: “- Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” Salebe, birkaç kez ısrarla dua isteyince Allah’ın Resulü (asm) dua etti. Salebe zamanla çok çok zengin oldu. Ancak bu zenginlik ona hayır getirmedi. Salebe zekatını dahi vermeyecek bir azgınlık içine düştü. En sonunda helak oldu gitti.”

Erdem Hoca, biraz durdu ve “Nimet, nasıl da külfete dönüştü gördün mü, Taha!” dedi. “Yine İslam tarihinden bir olaydan giderek açıklama yapayım. Önce Sevgili Peygamber Efendimiz’in (asm) bir Hadis-i Şerif’ine yer verelim. Hz. Peygamber, kendisinden valilik isteyen Hz. Ebu Zer Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “-Ebu Zer, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de yerine getiren müstesnadır?” Şimdi burada İslam tarihinde iktidar savaşı ya da içtihat farklılığı nedeniyle (nedeni ne olursa olsun) meydana gelen bir savaştan, Sıffin Savaşı’ndan sözedeceğim. Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali ile onun halifeliğine biat etmeyen Şam Valisi Muaviye orduları karşılaşmış ve her iki taraftan binlerce Müslüman birbirini öldürmüştür. Şimdi, ahirette Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ebu Zer Gıfari’nin durumu aynı mıdır? Hayattayken belki Hz. Ebu Zer Gıfari fakirlik ve külfet çekmiştir.

Ancak vefat ettiğinde, hepsi bitmiş, ve külfet nimete dönüşmüştür. Ancak, Muaviye’nin Valilik nimeti, bir külfete dönüşmüştür. Çünkü, o Sıffin Savaşı’nın bir hesabı vardır. Valilik görevinin ayrı bir hesabı vardır. Tüm yöneticilik görevlerinin ister bugün olsun, ister yarın olsun, isterse geçmişte olsun, hepsi sorumluluk ister ve hesabı vardır. Onu nimet olarak değil, bu hesap yönüyle külfet görmek ve dikkatli olmak gerektir.”

Erdem Hoca, konuşmasını bitirince Taha’ya, “mesajı anladın mı” der gibi manidar bir şekilde baktı. Taha, bu bakıştaki soruyu anladı ve şu cevabı verdi: “Erdem Hoca, mesaj alınmıştır.”

Erdem Hoca bu sohbetin sonunda Taha’ya şöyle seslendi: “Her nimet, gerekli şekilde şükredilmezse külfete, her külfet de gerekli şekilde sabredilirse nimete dönüşür, vesselam.”

Aldatıcı Dünya

Taha o gün yine erkenden Pazarcık’taki Medresenin yolunu tuttu ve Hocasına selam verip hal hatır sorulma faslından sonra: “Hocam, bugün Lokman Suresi 33. ayet üzerinde mütalaa etsek. Sizce de münasip midir?” dedi.

Erdem Hoca: “Sen bir ayet üzerinde mütalaa etmeyi istediğine göre, demek ki yine dün akşam bir hususu düşünerek geceni tefekkürle geçirdin demektir” dedi ve gülümsedi.

Taha: “Evet Hocam. Lokman Suresi 33. ayette, Yüce Rabbimiz (cc), “Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın” buyurmaktadır.

Erdem Hoca: “Evladım Taha, öyle bir yerden vurdun ki beni. Yaramı deştin. Adeta kanım aktı içime. Bu ayeti tefekkür etmek kolay mıdır? İnsan bu ayeti hakkıyla bir saat tefekkür etse, çok hassas bir şekilde düşünse gözüne uyku girer mi? İnsan bu ayetin uyarısını dikkate alsa, güler oynar mı, müzikli-eğlenceli yerlerde gezer mi, zamanını hiç boşa geçirir mi? Zaman ki, bizim en büyük sermayemiz. Bu sermayeyi heba edenler yarın büyük bir pişmanlık içinde olacaklar. Ah insanoğlu ah!”

Erdem Hoca, bu sözlerden sonra ve derin bir iç çekişten sonra bir müddet konuşmadı, ta ki Kur’an-ı Kerim’in sayfalarından bir ayeti arayıncaya kadar. Erdem Hoca, Kur’an- Kerim’den bir ayet buldu ve Taha’ya mealini okudu.

Erdem Hoca: “Taha, bak Nahl Suresi 85. ayette Yüce Rabbimiz (cc) ne buyurmuş: “O zulmedenler azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara mühlet de verilmez.”

Erdem Hoca, bu ayetin mealini okuduktan sonra başka bir sayfaya gitti ve oradan şu ayeti okudu.

Erdem Hoca: Bak Taha, bu da Hicr Suresi 3. ayetin mealidir: “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalaya dursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”

Bu ayetten sonra tekrar Kur’an sayfalarını açmaya başladı Erdem Hoca. Taha’ya dönerek, “şimdi de bu ayet-i kerimeyi dinle” dedi. Bir müddet durduktan sonra konuşmaya başladı.

Erdem Hoca: “Tahacığım şimdi de iki ayet meali vereceğim. En’am Suresi 27 ve 28. ayetler bunlar. Bu ayetlerde Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyurmaktadır: “Onların ateşin karşısında durdurulup "Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!" dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.”

Bu ayetlerden sonra Erdem Hoca Taha’ya söyleyeceğin bir şey var der gibi baktı. Taha’dan bir karşılık gelmeyince konuşmasına devam etti.

Erdem Hoca: “Bak Taha, bu Dünya’da emir ve görevlerle mükellefiz. Yasaklara uymakla mesulüz. Yani başıboş bırakılmamışız. Bu Dünya’daki zamanımız dolunca, mühlet tükenince hiçbir ah, hiçbir feryat fayda vermez. Kimsenin kimseye faydası olmaz. Baba oğula, oğul babasına asla iyilik edemez. Hatta başka bir ayette belirtiliyor. Herkes birbirinden kaçar. Çünkü herkes kendi derdine düşmüştür. Böyle dehşetli bir gün bizi bekliyor. Bu dehşetli güne hazırlanacağız.

Burada eğlenceye-lükse ve şatafata aldanmayacağız. Dünya hayatına kapılmayacağız. Hayatı yerli yerince geçireceğiz. Zamanımızı iyi kullanacağız. İlim, ibadet ve takva içinde olacağız. Hayır ve hasenat içinde olacağız. Bu hususları yerine getirmezsek zarar içinde oluruz. Bir de Şeytan bizi vesveselerle kandırmaya çalışıyor.

Şeytanın bizim üzerimizde hiçbir hükümranlığı yoktur. O ancak bizi bazı vesveselerle kandırmaya çalışır. Mesela, “içinizden şöyle bir duygu ve düşünce varsa bilin ki, bu Şeytandandır. O da şudur:” “Allah affeder, Allah ibadetlerimize bakmaz, kâlbimize bakar, daha zamanın var, yaşlandığında ibadet edersin” gibi duygu ve düşünceler birer Şeytan kandırmacısıdır.”

Bir sohbet de böyle bitmişti. Bu sohbette Taha daha çok dinleyici durumunda kalmış ve Erdem Hoca sohbeti bu sözlerle bitirmişti.

Taha, Erdem Hoca ile Medresedeki bu sohbetten sonra da, “Dünya hayatının ve zamanın en değerli bir imkan olduğu, Ahirette kimsenin kimseye faydası olmadığı, ne yaparsan bu Dünyada yaparsın, Ahirette yaptıklarını karşında bulursun, Şeytan’ın insana yalnızca vesvese vererek kandırmaya çalıştığı, bu vesveselere inanmanın insanı maazallah Cehenneme düşüreceği” gibi hususları düşünerek evinin yolunu tuttu.

BİR TOPLUM KENDİNİ DEĞİŞTİRMEZSE

Taha’nın zihnini son birkaç gündür, bir ayet-i kerimenin anlamı meşgul ediyordu. Nereye gitse, nereye baksa, ne yapsa hep aklına bu ayet-i kerimenin hikmeti ve verdiği mesajın ne olduğuna dair sorular geliyordu.

Taha’nın aklına takılan ve zihnini meşgul eden ayet-i kerime, Enfal Suresi, 53. ayetti. Bu ayette, Yüce Rabbimiz (cc) "Bir toplum kendilerinde bulunanı (iyi davranışları) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."

Bir toplum, kendisini değiştiriyor, huyunu değiştiriyor, tavrını değiştiriyor, özellikleri değiştiriyor ve bu değişiklikten sonra, Allah (cc) o topluma verdiği nimetleri alıyor ve onları nimetlerden mahrum ediyor. Bu husus, bu ayette ayan-beyan bildiriliyor.

Taha, bu hususta detaylı ve en güzel cevapları yine Erdem Hocasından alacağını düşünerek, Medrese’nin yolunu tuttu. Selamlaşma faslından sonra, Taha her zamanki aceleciliğiyle hemen sorusunu sordu: “Hocam, Allah (cc), bir topluma olan nimetlerini ne zaman ve neden değiştirir. Daha açıkça sorayım, nimetler ne zaman ve neden elimizden alınır?”

Erdem Hoca, “Tahacığım, bu sorunun cevabı, Enfal Suresi 53. ayette mevcuttur. Bu ayette, “bir toplum kendilerinde iyi davranışlar değiştirirse, yoldan çıkarsa, azarsa, şımarırsa, Allah onların elinden nimetleri alır” şeklinde bir uyarı vardır. Ancak, bir toplum hak ve adalet üzere olursa, doğru yoldan ayrılmazsa, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez. Tahacığım durum bu kadar açıktır.”

Erdem Hoca sözüne şöyle devam etti: “Enfal Suresinde belirtilen bu uyarının öncesine ve sonrasına bakalım. Daha açıkçası Enfal Suresi 52. ayete ve 54. ayete bakalım.” Erdem Hoca bu sözü söyledikten sonra Kuran-ı Kerim’i açarak Enfal Suresi’nin bu ayetlerini okudu ve Taha’ya doğru bakarak; “bak Tahacığım, bu iki ayette de Firavun ve Ailesinden ve ayrıca daha önceki azmış kavimlerden bahsediliyor. Firavun ve Ailesi ve helak edilen kavimlerin durumunu bir araştır Taha? Neden helak oldular? Çünkü, azmışlardı ve nimet içinde yüzdükleri halde, nimetin asıl sahibini ve nimetleri gönderen Yüce Allah’ı unutmuşlardı. Allah onları nasıl bozguna uğrattı. Firavun ve Ailesinin saltanatını yerle bir etti.

Firavun ve Askerlerini suda boğdu. Nuh kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin, Lut kavminin ve diğer azmış kavimlerin sonu hep aynı olmuştur. Bunlar lüks ve zenginlik içindeyken Allah’ı unuttukları için, azıp da şımarıkları için, iyilikten kötülüğe geçtikleri için sonları berbat olmuştur. Halbuki, kendilerinde bulunan iyi huyları değiştirmeselerdi, iyilik ve doğruluk üzere olsalardı, kendilerine hiçbir zarar gelmeyecekti. Allah bütün yapılanları ve bütün haksızlıkları görüyor ve cezalandırılmaları gerekenleri hem bu Dünya’da, hem de Ahirette cezalandırıyor.”

Taha, bu anlatılanları dikkatle dinliyordu. Erdem Hoca da soluksuz konuşuyor ve anlatıyordu. Erdem Hoca, bu sefer Kuran-ı Kerim’in başka bir sayfasını açtı ve Kalem Suresi’nin 17-33. ayetleri hakkında bilgi verdi: “Tahacığım, bu ayetlerde, fakire yardım etmeyen, lüks ve şatafat içinde yaşayan Bahçe Sahiplerini hüsranı anlatılır. Bir sabah gizlice ve fakirlere yardım etmemek üzere anlaşma yaparak bahçelerine giderler. Giderler gitmesine de, ne görürler? Bahçeleri yerle bir olmuş ve darmadağın edilmiştir. Adeta, bahçenin yerinde yeller esmektedir. Tahacığım sana bu hususta bir de, Kuran’da belirtilen Karun kıssasından bahsedeyim. Kasas Suresi, 76. ayetten itibaren birkaç ayette Karun’dan bahsedilir. Karun, Musa (as) kavminden çok çok zengin bir insandı. Serveti o kadar çoktu ki, servetinin saklandığı sandıkların anahtarlarını dahi taşımak güçlü ve kuvvetli insanlara zor geliyordu. Kavmi, Karun’a “böbürlenme ve bu nimetleri sana Allah verdi” dedikçe, Karun inat ediyor ve nankörlük içinde davranıyor ve “ben bu serveti kendi bilgimle kazandım” diyordu. Peki, Karun’un sonu ne oldu? Aynı Bahçe Sahipleri gibi oldu. Tüm malı ve serveti darmadağın edildi. Karun’un sarayı yerin dibine batırıldı.”

Erdem Hoca biraz soluklandı ve Taha’ya şöyle seslendi. Sesi biraz gür de çıktı: “Taha, Taha, Bir milletin, bir toplumun ya da bir insanın elindeki nimetler şu iki nedenden dolayı alınır: 1- Allah’ı unutarak böbürlenmek ve kibir içinde olmak. 2- Fakirlere yardım etmemek.”

Taha bu açıklamalara karşı Erdem Hocasına her zamanki gibi teşekkür ederek, almış olduğu bilgilerle evinin yolunu tuttu ve giderken de şu dualar dilinden dökülüyordu: “Allah’ım bizi azgınlardan, şımaranlardan eyleme ve fakirlere yardım edenlerden eyle. Amin.”

ALLAH NURUNU TAMAMLAYACAKTIR

Miladi bir yılın son gününde, bir yılın tamamlanmasına sayılı saatler kala, Talebe Taha yine sabah erkenden Medrese’nin yolunu tutmuştu. Hava kış ayına göre oldukça güneşliydi. Adeta, “yazdan kalma bir gündü.” Medrese bu güneşli günde parıl parıl parlıyordu.

Etrafındaki evlerden havaya, hafif hafif yakılan sobalardan duman yükseliyordu. Ancak, Medrese’den hiçbir duman yükselmiyordu. Taha şöyle düşündü: “Erdem Hocam, her zamanki sosyal sorumlulukçu davranışıyla ve tasarruf maksadıyla Medresede sobalarını bu güzel havada hiç yakmamış anlaşılan.”

Evet, Taha Pazarcık’taki Medrese’ye geldiğinde durum aynen düşündüğü gibiydi. Sobalar yanmıyordu. Öğrenciler kitap okumakla meşguldü. Taha Medresede Erdem Hoca’yı buldu ve dün akşam zihnini kurcalayan; “Allah'ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez (Tevbe Suresi, 32)” ayetinin açıklamasını sordu.

Erdem Hoca, “Tahacığım, bu ayeti, Miladi Yılın son gününde ve bir yıl tamamlandığında mütalaa etmek çok anlamlı. Bak, nasıl ki, bir yıl 365 gün ile tamamlanıyor, bir çocuk doğması için normal olarak 9 ay 10 gün gerekiyor, dünyanın kendi etrafında dönmesi için 24 saatin geçmesi şarttır, ayın gökyüzünde dolunay şeklini alıp da kıpkızıl olması için 15 gün lazımdır, sözü uzatmaya gerek yok, hayatta her şeyin bir vakti ve saati vardır. Bu vakit ve saat geldiğinde o iş tamamlanır.

Bu süreler ve bunun gibi belirlenmiş diğer vakit ve süreler adetullahtır. Adetullah, Allah’ın kanunu ve değişmez sünnetleridir. Bu saydıklarım hususlar maddi manada ve somut bir şekilde tecelli eden adetullah’tır. Bu adetullah’tan bir kısmı da, soyut ve manevi anlamda tecelli eden kurallardır. Mesela, Enbiya Suresi 105. ayette; “Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: "Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık” buyrulmaktadır. Ali İmran Suresi, 19. Ayette; “Allah nezdinde hak din İslâm'dır” buyrulmaktadır. Özetle şunu söylemek istiyorum. Yüce Rabbimiz (cc), kainatta nasıl ki, maddi ve gözle görülen bazı kural ve hükümler vazettiği, bunlara adetullah dediğimiz gibi, manevi anlamda da kural ve hükümler koymuştur ve bunlar da adetullah’tandır ve değişmezler. Maddi kuralları görmek için baştaki maddi göz yeterli, ancak manevi anlamdaki kuralları baştaki gözle değil, yürekteki göz ile yani görünmeyen göz ile (izan ve vicdan ile) görürsün.”

Taha, bu anlatılanları dikkatle dinliyor ve ancak asıl sorduğu soru olan “kafirler istemese de Allah Nuru’nu tamamlayacaktır” ayetinin manasının izahını heyecanla bekliyordu.

Erdem Hoca; “evet, heyecanla asıl cevabı bekliyorsun. Bak Oğlum Taha, Allah’ın adetullah kanunlarına kimse karşı koyamaz ve bunlar günü-vakti geldiğinde gerçekleşir. Şimdi senin sorunun asıl açıklamasına geldi. Tahacığım, Allah Nurunu Hz. Adem (as)den itibaren öncelikle Peygamberler göndererek tamamlıyor. En son Peygamber Sevgili Peygamber Efendimiz (asm)dir. Sevgili Peygamber Efendimizi (asm) ve vahy yoluyla getirdiği hükümleri kafirler istememiştir. Ancak, onların istememesi hiçbir işe yaramamış ve Sevgili Peygamberimiz (asm), Peygamberlik görevine başladığı 40 yaşından itibaren vefat ettiği 63 yaşına kadar tebliğini gerçekleştirmiş ve son Peygamberlik manasında Nur tamamlanmıştır. Peygamberlerin yanında Allah’ın Sahabe ve Evliya kulları da birer Nur’durlar. Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) birer Nur’durlar. Ayrıca, İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra), Abdulkadir Geylani (ra) Hazretleri, Hz. Mevlana (ra), Hz. Bediüzzaman Said Nursi (ra) ve ismini sayamadığım diğer Veli Zatlar birer Nur’durlar.

Allah’ın izniyle bu Nur’lar tamamlanmıştır. Bu Sahabe ve Veli Zatlar’ı da münkirler, müşrikler, kafirler sevmemişlerdir. Onlar sevmedi diye, Allah Nurunu tamamlamaktan vazgeçer mi? Asla! Zaten de vazgeçmemiştir.”

Taha; “sorumun cevabını aldım Erdem Hoca” dedi. Erdem Hoca, “dur acele etme, asıl söyleyeceklerimi de dinle” dedi. Ve şöyle devam etti.

Erdem Hoca; “Bediüzzaman Said Nursi, Tevbe Suresi 32. ayetin ebced hesabını yaparak bunun Risale-i Nur’ların neşrinin başladığı yıllara isabet ettiğini beyan etmektedir. Gerçekten de Risale-i Nur, son yüzyılın en büyük Kur’an tefsiridir ve Nur’dur. Bu manada Müslümanlara ilham ve ışık kaynağı olan büyük eserler de birer Nur’durlar. Mevlana’nın Mesnevisi, İmam-ı Gazali’nin İhya-ı Ulumiddin adlı eseri, Yunus Emre’nin şiirleri de bir Nur’dur. İsmini sayamadığım diğer İslamî eserler de, (Kafirler hoşlanmasa da) bunlar Nur’dur.”

Taha “çok teşekkür ederim Erdem Hocam” dedi. Yine sorularına cevap aldıktan sonra aceleyle kalkıp gidecek gibi oldu. Erdem Hoca, “hele biraz daha dur Canım Oğlum sabret” Dedi. Ve şu gerçeği açıkladı: “Sen de bir Nur’sun Taha. Sen Taha Nur’sun” dedi. Ve o günden sonra Taha’nın ismi “Taha Nur” olarak kaldı.

Erdem Hoca bu şekildeki bir ismi Taha’ya uygun görmesiyle Taha’yı oldukça mutlu eylemeişti. Taha adeta kanatlanıp uçacaktı.

Erdem Hoca konuşmasına devam etti. “Tahacığım soruyu hep sen soruyordun, bu sohbetin sonunda bir değişiklik yapalım ve ben soru sorayım, cevabını sen ver” dedi. Taha, “ne haddimize Hocam sizin sorularınıza cevap vermek ve açıklamak bizim yapacağımız bir iş değildir” dedi. Buna rağmen Erdem Hoca; “ben sorumu sorayım sen ister cevap ver, istersen de cevabını düşün.”

MEHDİ GELECEK Mİ? HER MÜSLÜMAN GENCİ BİR MEHDİ DEĞİL Mİ?

Erdem Hoca’nın sorusu şuydu: “Ahir zamanda Mehdi gelecek mi? Mehdi’nin gelmesi ile Tevbe Suresi 32. ayeti arasında bir bağlantı var mı?”

Taha şöyle cevap verdi: “Hocam, bu sorunun cevabını ben veremem. Hocam bu önemli sorunun cevabını da, lütfen sizden alsam.”

Erdem Hoca, “Tahacığım, kısaca şöyle cevap vereyim, elbette Mehdi ile bu ayet arasında bağlantı var, elbette, bu manada da Allah ahir zamanda Nurunu bir kez daha tamamlayacak ve Bediüzzaman Üstadımızın müjdesini verdiği üzere, “şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda İslam’ın olacaktır.”

Ancak, Mehdi gelecek diye boş boş beklemek bize yakışmaz, her şuurlu Müslüman Genci bir Mehdi gibi çalışmak zorundadır. Bu böyle biline, vesselam.”

DUADA ISRAR ETMEK GEREKLİ MİDİR?

O gün sabahın dinginliği yine Pazarcık İlçesinin üzerine inmişti. Ziyaret Tepesi’nden aşağıya güneş ışıkları süzülüyordu. Taha’nın zihnine bu sefer “dua” konusu takılmıştı. Son günlerde hep şu hususları düşünüyordu.“Dua edenin yaşı-başı önemli değildir. Her kul, büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek, günahkâr-günahsız, hoca-öğrenci fark etmeden, herkes, ama herkes dua edebilir. Dua için belli vakit de yoktur. Sabah-akşam, gece-gündüz, yaz-kış her zaman dua edebiliriz. Dua için bulunduğumuz yer de önemli değildir.

Bazı mahzurlu mekanlar hariç, heryerde, dağda-bayırda, evde-dışarıda, sokakta-mahallede, camide-işyerinde nerede olursak olalım dua edebiliriz. Dua için elimizi açmamız, dilimizi kımıldatmamıza dahi gerek yok. Allah kâlbimizdekini biliyor deyip de sükut etsek de bu duadır. Tabi duanın en güzeli, elimizi açmak ve dilimizle, kâlbimizle tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde Yüce Rabbimiz (cc)den istemektir. Bu şekilde dua etmenin yanında, başka bir kural da, kişinin duasını sırf kendisi için değil, mü’min kardeşi için de dua etmesidir. Hatta, erdemli olan ve makbul olan dua, gıyabında bir mü’min kardeşimiz için Allah’tan hayırlar dilemek ve iyi şeyler istemektir.”

Bu düşüncelerin yanında Taha’nın zihninde dua ile ilgili olarak, şu hususlar da yer buluyordu: “Duada ısrar etmek gerekli midir? En çok hangi vakitlerde dua edilmelidir? Dua ve masumiyet arasında nasıl bir bağ var? Masumların duası daha hızlı mı kabul edilir? Mazlumlar ve masumlar için dua etmek, onların kurtuluşuna yönelik dua ve niyazda bulunmak, bir şeyi, bir makamı isterken Allah’ın rızası için istemek daha makbul değil midir? Seher vakti, dua için en güzel vakit midir? Cuma namazı vakti, dua için en uygun vakit midir?”

Taha’nın bu günlerde zihnini “dua” üzerine tefekkür dolduruyordu. Tüm bu hususlarda Erdem Hoca’dan yardım istedi.

Erdem Hoca, Medrese’deki küçük ve huzurlu odasında, Taha’nın bu sorularının cevabını aşağıdaki şekilde 7 noktadan açıkladı:

“1- Duaların kabul olmasının en büyük şartı masumiyettir, safiyettir. Dualarımız masum bir kâlp ve temiz bir dil ile mi yapılıyor? Ya kâlbimizi ve dilimizi masumiyet ve safiyetle buluşturacağız. Ya da masumları ve safileri bulacağız. Onların hatrına isteyeceğiz. Dualarda masum ve mübarek bir Zat'ın (Enbiya, Evliya ya da herhangi bir masum, meczup ya da çocuk) ismini zikrederek ve onu vesile kılarak ve masumların, mazlumların hatrına diye istemek duanın hızlı bir şekilde kabulüne nedendir.

2- Haklıysan ve zulme uğramışsın, Hakk (cc) seni korur. İstemene dahi gerek yok. Sükutun duadır.

3- Niyetin halis ise duan kabul olur.

4- Başkasının iyiliğini sağlamak ve bir başkasına yapılan zulmü durdurmak için, başkası adına duada bulunmak en efdal (faziletli) ve en hızlı kabul olunan dualardandır. Sırf kendin için, kendi ailen için, kendi mutluluğun ve kendi menfeatin için dualarda bulunuyorsan, çok da makbul bir dua şekli değildir bu. Öncelikle Mü'min Kardeşimizin selameti ve mutluluğu için dua etmeliyiz. Sevgili Peygamber Efendimiz (asm), bir hadis-i şeriflerinde “bir Müslümanın, din kardeşine gıyâbında yaptığı duâ kabûl olunur. Başucunda bir melek vardır Kardeşine duâ yaptıkça, "sana da o kadar" der. O meleğin görevi budur,” buyurmaktadır.

5- Duadan önce, dua sırasında ve duadan sonra tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde olmak gerektir. Sevgili Peygamber Efendimiz (asm), başka bir hadis-i şeriflerinde “eğer siz Allah'a hakkıyla tevekkül ederseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır," buyurmaktadır.”

6- Bazı vakitler duanın kabulünde çok önemli ve özel vakitlerdir. Mesela, seher vakitleri, Cuma Namazı vakitleri gibi vakitler elbette çok önemlidir. Ancak, insan dua edecekken bu vakitleri beklemesine elbette gerek yok. Her zaman dua vaktidir. Halk arasında güzle bir söz söylenir: “Kul sıkışmazsa Hızır gelmez” diye. Buna göre, kulun sıkışması duanın vakti olmaktadır. Tabi insan özellikle geniş vaktinde ve rahattayken dua ederse, bu daha da iyidir. Zenginlik ve sağlık zamanlarında Allah’a dua edenler aynı zamanda, nimetin şükrünü de eda etmiş olurlar ki, bu da ayrı bir sevap ve ecir kazandırır. Hatta, böyle durumdakiler Allah’ın sevgi ve övgüsüne de layıktırlar.

7- Dua, insanı kibirden uzaklaştırır ve olgunlaştırır. Dua insanı sabırlı hale getirir. Dua eden kişi tevazu sahibi ve olgun bir kişiliğe de sahip olur. Dua eden kişi, yalnızca Allah’a sığınır. Dua eden kişi, Allah’ın gerçek ve tek zenginlik sahibi olduğunu, mutlak kudretin O’nun (cc) elinde olduğunu idrak eder. Bu idrak içindeki kişi, tevekkül ve teslimiyet içinde olur. Bu durumda dua insanı, Cehennemden uzaklaştırır ve İnşaallah Cennete layık hâle getirir.

Erdem Hoca, “dua” noktasında bu 7 hususu böylece peşpeşe sıraladıktan sonra, şu önemli notu da ekledi; “Tahacığım, şahsen, bu beş noktayı kendi hayatımda ve yakın çevremde bizzat müşahede ettim. Bu nedenle özellikle bu 7 hususa dikkat çektim.”

Taha, “doğrudur Hocam, inşallah dualarda bu 7 nokta hiç aklımdan çıkmaz” dedi.

Erdem Hoca, en son olarak Kur’an-ı Kerim’den iki ayet meali okumak suretiyle sohbeti sonlandırdı:1- “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan Suresi, 77. ayet) 2- “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min Suresi, 60. ayet)

En sonunda Erdem Hoca ile Taha ellerini açarak birlikte şu şekilde dua ettiler: “Rabbişrahlî sadrî ve yessir lî emrî, vahlül ukdeten min lisânî, yefkahû kavlî.” Bu okunan dua, Taha Suresi 25 ile 28. ayetlerde geçen bir duadır. (Hz. Musa (as)ın duasıdır.) Manası şudur: “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu gider ki, sözümü anlasınlar.”

Dua ile her daim ferahlık bulan Taha, Medrese’de gereken ilmi ve bilgiyi aldıktan sonra, o gün de yine huzur ve selamet içerisinde evinin yolunu tuttu.

Not: Hikaye denemesinde geçen yerler ve isimler, gerçek hayattan da öte bir gerçek hayattan alınmıştır.

SON DAKİKA HABERLERİ

Ahmet Sandal Diğer Yazıları