HİKAYE DENEMELERİ: 1 İŞSİZ BİR GENCİN EKMEK SEVİNCİ
Cadde, her zamanki gibi yer yer çamur birikintileriyle kaplıydı. Soğuk ayazın savurduğu çer-çöp yığınları da orta yerde duruyordu. Çakır-çukur uzun bir...
Cadde, her zamanki gibi yer yer çamur birikintileriyle kaplıydı. Soğuk ayazın savurduğu çer-çöp yığınları da orta yerde duruyordu. Çakır-çukur uzun bir caddeydi. Çoğu zaman telaşlı insanların gidip geldiği cadde yıllardır böyle bakımsız ve ilgisiz durumdaydı.
Ev ile çarşı arası en fazla 750-800 m kadar filandı. Eskimiş, yıkık dökük evler yanında, birkaç yeni yapım betonarme evler de caddeyi sağlı-sollu dolduruyordu.
Bu cadde üzerinde bir Genç, bu yolu belki günde 30 kere gidip geliyordu. Canı sıkkın, umutları kırılmış vaziyetteydi.
“Evden çarşıya, çarşıdan eve.”
Git ha git, gel ha gel. Giderken de ne sağa bakıyordu, ne de sola. Kafası hep önde ve yere doğru nerdeyse tam doksan derece eğik vaziyette gidip de geliyordu bu uzun caddede.
“Fatih Turan” derlerdi adına. Babası “Turan Ülküsüne, Fütuhat Sevdasına” inanmış biri miydi? Yoksa bu isim kendisine böyle denk mi gelmişti. Zaten, “ülküsü Turan, ruhu Kuran” denecek tarzda, idealist, doğru ve erdemli bir gençti.
Büyük ideal sahibi genç Fatih Turan, okumuş, çabalamış, Üniversiteyi bitirmişti. Fatih Turan’ın Üniversite okuduğu yıllar. Öyle yıllar ki, “gitsin de bir daha gelmesin. O yılları bir daha hiçbir kimse yaşamasın.” Öyle ki, bitmez-tükenmez kavgalar, dövüşler.
Evet, o yıllarda Üniversitede sağ-sol kavgaları bitmek bilmiyordu. Bir hain el, bir alçak plan, gençlerimizi birbirine düşürüyordu. Sinsi tuzakları, olabildiğince uğursuz hedefleri vardı. Bir tarafta Moskof Ayısı Rus, diğer tarafta Amerikan Domuzu Coni, ellerini ovuşturarak uzaktan, ta en uzaktan güzel Ülkemizi, can Anadolu’muzu kan-revan içerisinde bırakmışlardı. 1968 kuşağı, 1978 kuşağı diyorlar ya, belki o gençler, kendilerini bir görüş ve düşünceye adamışlardı, ancak, ipleri başkalarının elindeydi. Bir tabir var ya; “ipin ucu puştun elinde.” Aynı onun gibi.
Bir taraf, “kahrolsun Amerikan Conileri” diye bağırırken, diğer taraf, “Ayı’dan post, Moskof’tan dost olmaz” diye bağırıyordu. Halbuki, bu ikisinin birbirinden hiçbir farkı yoktu. Birisi kızıl faşizm, diğeri beyaz faşizmi temsil ediyorlardı. Her ikisi de faşist zihniyetti. Rusya, komünizm maskesi altında faşizm, Amerika Birleşik Devletleri kapitalizm maskesi altında faşizm uyguluyordu.
Bu maske altındaki gerçekleri, o yıllarda kimse anlamadı, kimse farketmedi. Gençliğin verdiği heyecandan olacak, çoğu genç kendisini ya Rus’un, ya da Coni’nin yanında buldu. Ancak, Fatih Turan, ne Moskof’a, ne de Sam Amca’ya inanmadı. Hepsine de güvenmedi.
“Sam Amca nedir ola” diye soracak olursanız, tilki bakışlı bir adam gözünüzün önüne getirin ve bu adamın kafasında silindirimsi bir şapka olsun, ve silindir şapka üzerinde de ABD Bayrağının yıldızları olsun. İşte Sam Amca dedikleri şeytani bir planın ta kendisidir.
Pazarcıklı Fatih Turan, yalnızca Türk ve İslam Ülküsüne inandı. Bu nedenle, Moskof’tan da, Sam Amca dedikleri Şeytani Plandan uzak durdu.
Fatih Turan, bu doğrultuda Üniversiteye gitti, okudu, çalıştı, çabaladı ve diplomasını alarak Pazarcık’a geldi.
Geldi gelmesine de, o kadar çileden sonra, Fatih Turan’ın derdi bitmedi.
“Çile, çile, çile.”
Heyhat, heyhat! Kolay mı dile.
Turan’ın Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğu o dört yıl boyunca, ne parası, ne de yeterince güzel kıyafetleri oldu. Fakir ve bir ayın 15 günü işi olan, diğer 15 günü işsiz olan elinden emektar bir Babanın oğluydu Fatih Turan. Babasına Ahmet Usta derlerdi.
Üniversite yıllarında Ankara’nın sosyetik semtlerinden gelen, olabildiğince alımlı-çalımlı giysiler içerisindeki uzaktan bakmakla yetinmişti. Yanlarına dahi yaklaşamazdı. Çünkü, ayağındaki ayakkabı tam en ucundan delikti. Ya da ayakları büyük bir arkadaşından ödünç aldığı için Fatih Turan’ın ayakları ayakkabı içerisinde kayboluyordu. Bu ayakkabılar “çarpana” dedikleri türdendi.
Çarpana’nın ne olduğunu herkes bilmez.
“Çarpana, eski ayakkabıdır. Pazarcık’ta çarpanalar işe yarardı.” Eve yeni alınan tavuklar, evi bellesin ve başkasının bahçesine kaçmasın diye ayaklarına çarpana bağlarlardı. Fatih Turan’ın Annesi de tavuklarına birkaç çarpana bağlamıştı. Fatih Turan o vakitler çocuktu. Çarpana bağlanmış tavukların evin bahçesinden başka bir yere gidemediklerini gözlemledi. Başka bir bahçeye gitmiş olsalar da, gidip de almak ve tekrar eve getirmek kolaydır. Çünkü, ayağında çarpana bağlı olan tavuklar hızlı koşamazlar.
İşte tavukların kaçmasın diye ayaklarına bağlanacak kadar eski-püskü ayakkabılarla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine gidip geldi Fatih Turan.
Haa, şimdi gelelim, üzerindeki kılık kıyafete. Onlar da hep başkalarının giyip de eskittiği ceket ve pantolondan oluşmaktaydı. Anadolu’da böyle bir adet vardır. Akrabalarından durumu iyi olan çocukların giyip de eskittiği kılık ve kıyafetler çöpe atılmaz, “durumu iyi olmayan bir akrabanın çocuğu giysin” diye verilirdi.
Fatih Turan’a bu kılık kıyafetler içerisinde hangi sosyetik kız dönüp de bakacaktı. Üniversitede de oldukça sosyetik kız vardı. Cicili-bicili kıyafetler, şımarık tavırlar, şuh bakışlar ve işveli gülüşler içerisindeki kızlara uzaktan bakmak, diğer adıyla, Platonik Aşk. Bu Fatih Turan’ın kaderiydi.
Sevmek, gençlik yıllarında sevmek, çocuk yaşlarda sevmek, isterse aradan ne kadar süre geçerse geçsin, ilk sevgiler masum, unutulmaz ve en duygusal olandır. Fatih Turan için de öyleydi.
İşte Üniversite yılları böyle zorluklar içerisinde geçen Fatih Turan, okulunu iyi dereceyle bitirmişti. Okulunu iyi dereceyle bitirmişti, bitirmesine, işsiz kalmıştı. Yaklaşık 1 yıldır küçük bir İlçede, doğduğu yerlerde işsizlik içerisindeydi.
Doğduğu İlçeye adeta sığmıyordu. Düşünün siz, ne ideallerle okuyorsunuz, nice zorluklara göğüs geriyor ve üniversiteyi bitiriyorsunuz, ancak, “elde var sıfır” dercesine bir durumla karşılaşıyorsunuz.
“İşsizlik, işsizlik, işsizlik.”
Anlatması kolay da, anlaması kolay mıdır? Bilmiyorum. Hele yaşanması kolay mı? Ne kolayı, ne kolayı! İşsizliği yaşayanlar bilir.
Fatih Turan, Pazarcık’a gelmişti. Üniversite bitmişti. İşsizdi. Memleketindeki insanların bakışlarından dahi rahatsız oluyordu.
İşte bu rahatsızlıktan dolayı, evden çarşıya, çarşıdan eve giderken de ne sağa bakıyordu, ne de sola. Kafası hep önde ve aşağıya doğru tam doksan derece dönük vaziyette gidip de geliyordu.
Hatta kendisine laf atanları dahi duymazlıktan geliyordu.
“Okudun da ne oldun? Siyasalı bitirdin de ne oldun?” diye laf atanlara cevap vermemeye çalışıyor, gülüp geçiyordu.
Bu şekilde laf atanlar, kendileri Üniversiteyi kazanamamış gençlerdi.
Şimdi Üniversite kazanmak kolay. Nerdeyse herkes Üniversiteli. Ancak Fatih Turan’ın Liseyi bitirdiği yıllarda, Üniversiteyi kazananlar bir elin iki parmağını geçmeyecek kadar az sayıda idiler.
Bir elin sayısını geçmeyecek kadar insanın kazandığı Üniversiteyi bitir ve işsiz kal.
Olacak şey mi? Olmuştu işte. Fatih Turan işsizdi. “Ne eve sığıyordu, ne caddeye, ne çarşıya sığıyordu ne pazara.”
Devamlı caddelerde gidip geliyordu. Başı öne eğik. Hatta öyle bir eğiklik ve eziklik içerisindeydi ki, başını kaldırıp da sağa-sola baksa tüm gözleri üzerinde hissediyordu.
İşsizlik, sanılmasın ki, ekonomik problemedir. İşsizlik öncelikle psikolojik ve sosyal bir problemdir.
İşsizlik belki Devleti yönetenler açısından ekonomik bir problemdir. Ancak işsizlik yaşayanlar açısından, sosyal ve psikolojik bir sorundur.
İşsiz insan topluma sığmaz. İşsiz insan topluma yabancılaşır. İşsiz insan topluma düşmanlaşır.
İşte bunlardan dolayı işsizlik sorunu bu boyutlarıyla ele alınmalıdır.
Fatih Turan, idealist, erdem ve büyük hedefler sahibi bir genç olarak işsizdi. Çünkü “torpili yoktu.” Çünkü “Ankara’da dayısı yoktu.”
Fatih Turan çalışkan, bilgi sahibi ve donanımlıydı. Girdiği sınavların yazılı kısmını kazanıyor. Gel gör ki mülakat aşamasına geldiğinde sınavlardan eleniyordu.
Fatih Turan, en son, kaymakamlık sınavından da elenmişti. Yazılı sınavını kazanmış, ancak, mülakatta elenmişti.
Çünkü torpili yoktu. Çünkü Ankara’da dayısı yoktu.
“Kaymakam olacağım Anne, Kaymakam olacağım Baba. Ülkemin en doğusunda, en batısında hizmet vereceğim” diye büyük heyecan duyan Fatih Turan kaymakamlık sınavında torpil bulamadığı için elenmişti.
Fatih Turan “adın batsın senin torpil. Sen ne meret bir şeysin torpil” diye diye Pazarcık sokaklarını arşınlıyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. Babası Ahmet Usta’nın da elinden bir şey gelmiyordu.
Milletin umurunda mıydı Fatih Turan’ın yaşadıkları.
Artık, Pazarcık caddelerini, Pazarcık çarşısını da bırakmıştı. Dağlarda geziyordu. Kırlarda dolaşıyordu. Kartalkaya Barajı’nın kenarında saatlerce adımlıyordu. Yusuf’un Bahçesi denilen yerde sabahtan akşama kadar bir yerlerde vakit geçiriyordu. Bazen de daha uzaklara, Yusuf’un Kayası civarlarına doğru kaçıyordu. Çünkü her yazılı sınavı kazanıp sözlü sınavdan torpilsizliği sebebiyle elendiğinde, insanlardan ve kalabalıklardan daha fazla kaçar olmuştu.
Dağda bayırda çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, böcekler, şırıl şırıl akan sular kendisiyle dalga geçmiyorlardı, en azından alaysı bakışlarla süzmüyorlardı.
Doğada, dağda, bayırda, insanların olmadığı yerde ne kimse hakir görülür, ne de kimse horlanır!
“Doğada tam bir barış ve tam bir insanlık hakim.”
İronik bir söz değil mi? İlginç bir söz değil mi? “İnsanların olmadığı yerlerde insanlık nasıl hakim” diye kendinize soruyorsunuz değil mi?
Evet, bu sözlerim ilginç bir ironi oldu. İnsanlığın olmadığı yerde insanlık hakim. Yani insanlık derken kastımız, barış, sevgi, hoşgörü ve benzeri güzellikler. Yalnız adı kaldı.
Fatih Turan, çarşılarda, kabalıklarda bulamadığı insanlığı doğada, kırlarda, dağlarda aramaya başlamıştı.
Hele bir gün evden çarşıya doğru giderken orta yaşlardaki bir komşusu Fatih Turan’a köşe başındaki elektrik direğine keyifli keyifli yaslanmış vaziyette “ne haber Savcı” diye seslenmişti. Bu seslenişe Fatih Turan çok üzülmüştü. “Savcı” diye güya dalga geçiyor adam.
Fatih Turan, o adama, “Siyasal’dan savcı çıkmaz, kaymakam çıkar” diye cevap verdi. Bu cevap adamı daha da keyiflendirmişti. Kahkaha atarak “ne haber Kaymakam Beğ” diyerek kendince bir espri yapmıştı.
Sakın işsiz bir adama böyle espriler yapmayın. Çok ağrına gider. Başka şeyler de ağrına gidiyordu Fatih Turan’ın
Fatih Turan’ın ağrına giden şeyler, “torpil” denilen kayırmacılığın Ülke içerisinde çok yaygın olmasıydı.
“Torpil, torpil, torpil.”
Kim icat etti? Niye torpil diyorlar? Ne bilmek mümkün ne de anlamak. Fakat “bu Ülkede ben beni bildim bileli torpil diye bir kavram var.”
“Adı batasıca bir kavram.”
Fatih Turan, hep bunları düşündü.
İşsiz insan genellikle çok düşünür, az konuşur.
Fatih Turan da öyle.
Evden erkenden çıkıyor, eve geç saatlerde geliyor ve az konuşup çok düşünüyor.
Fatih Turan bu ortam, bu sıkıntılar içerisinde dağa-bayıra kaçmanın yanında başka bir şey daha buldu.
Şiire başladı Fatih Turan ve bulduğu bir deftere şunları yazdı:
“Parasızlık başa bela,
Ağla can kardaşım ağla.
Parasızsan çıkma yola,
Ağla can kardaşım ağla.
Parasıza fakir derler.
Onu hakir görürler.
Hayatın zehir ederler,
Ağla can kardaşım ağla.”
Bunları yazdıktan sonra şunları düşündü:
“Acaba insanlar sırf para kazanmak için mi çalışırlar? Aileden zengin olanların ve parası çok miktarda olanların çalışmaya ihtiyaçları var mıdır” diye kendi kendisine sordu Fatih Turan.
Cevaplarını hemen verdi. “Çalışmak gerek. İster parası olsun insanın, isterse olmasın. Mutlaka çalışmak gerek” diye düşündü.
Bu düşüncelerle birlikte yine bir şiir mısralarını sıraladı. Yazdı defterine Fatih Turan.
“Al eline kazma kürek,
Çalış dedi benim babam.
Dünyada çalışmak gerek,
Çalış dedi benim babam.
Çalışmanın yoktur yaşı,
Muhtaç olma da taş taşı,
Evine götür hep helal aşı,
Çalış dedi benim babam.”
Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu ve sırf torpili olmadığı için işsiz olan Fatih Turan, kırlarda, dağda, bayırda, şiirde, tefekkürde huzur buluyordu. Ne zaman ki, çarşıya, ne zaman ki kalabalıklar arasına gelse, boğulacak gibi oluyordu.
Cemil Meriç Üstad ne diyordu. Gelin o sözlere kulak verelim: “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım."
Evet, bu sözün bizzat hayata yansımasını Fatih Turan da yaşıyordu. İnsanlar, kalabalıklar kırıcıydılar, kıyıcıydılar ve o nedenle Fatih Turan da, hepsinden kaçıyor, şiire, tefekküre, dağlara, bayırlara sığınıyordu.
Dağlardan, kırlardan ve sessiz ortamlardan medet uman ve çare bulan Fatih Turan, bu sıkıntılı günlerin yoğunlaştığı bir günde, geç saatte eve gelmişti.
Babası Ahmet Usta, “Oğlum yarın Kaymakamlığa bir git. Maliye’de çalışan bir Hemşehrimiz Mehmet Bey seni çağırdı. Sanırım Kaymakamlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfında bir muhasebe işi varmış. Gelecek sene ki kaymakamlık sınavına girene kadar, orada muhasebe işlerine baksın” dedi. Maliye Mehmet Bey sanırım, Fatih Turan’ın bir fakülte mezunu olduğu halde işsiz kalmasına çok üzülmüştü. Pazarcık’ta Maliyeci Mehmet Bey tasavvuf ehli çok iyi bir zat olarak bilinmekteydi.
Fatih Turan, Mehmet Bey’den gelen bu habere çok sevindi. En azından Ailesine bir katkı ve destek olacaktı. Babasının zaten ekonomik durumu oldukça zayıftı. Neredeyse 1 aydır babası da ustalık işi bulamıyordu. Babası marangoz ustasıydı. Son yıllarda demir-metal işleri yaygınlaştığı için, kapı pencerede tahta işleri ve marangozluk oldukça azalmıştı. Bu da Marangoz Ahmet Usta açısından olumsuz bir durumdu.
Fatih Turan, o sabah erkenden Kaymakamlığın yolunu tuttu. Kaymakam Bey’in makamına girdi. Kaymakam Bey de, “kendisinin de Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olduğunu” söyledi. Artık iş bulmanın eskisi kadar kolay olmadığını da belirtti. Ve Kaymakamlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfında muhasebe işlerine bakmasını söyledi.
Fatih Turan işe başladı ve bir ay boyunca çalıştıktan sonra ilk maaşını aldı.
Maaşını aldıktan sonra hızlıca çarşıya gitti. Önce bir manav dükkanına girdi. Beşenli Osman Emmi’nin manavıydı burası. Sebze meyve tezgahında ne varsa hepsinden birkaç kilo aldı. Ardından kasap dükkanına girdi. Burası da Kasap Yusuf’un dükkanıydı. Buradan da kıyma, kuşbaşı ne varsa birkaç kilo satın aldı. Daha sonra Hamo Emmi’nin Fırına girdi. Oradan da sımsıcak ekmeklerden 4-5 adet aldı.
Fatih Turan, “ellerinde bu kadar yük taşıyacak dermanı nasıl buldu” derseniz? Ekmek sevincinden hiçbir ağırlık, hiçbir güçlük hissetmiyordu. Ekmek sevinci kadar insanı mutlu eden başka bir sevinç olmadığını düşündü Fatih Turan.
Ellerinde bu kadar gıda ve yiyecek ile hızlı adımlarla çarşıdan uzaklaştı ve iki odalı küçük eve ulaştı Fatih Turan. Kapıyı Annesi Emine açtı. Fatih Turan’ın yüzünde büyük sevinç, gözlerinde gurur okunuyordu. Annesi Fatih Turan’ın ilk maaşı ile bunca yiyecek ve gıda maddeleri almasından çok çok mutlu olmuştu.
Fatih Turan Annesinin gözündeki o mutluluğu görmüştü ya, hep birlikte ekmek sevinci yaşıyorlardı ya, “bunu tarifini ancak yaşayanlar bilir.”
“Allah herkese ekmek sevinci yaşatsın ve Allah kimseyi işsiz bırakmasın.”
Bu dualarla Fatih Turan o gün iki odalı evlerinde büyük huzur yaşıyordu.
Ahmet SANDAL