Bize siyaset değil ilm-i siyaset lazımdır
Siyaset mi, ilmi siyaset mi?Bence her ikisi de mühim.Esasında ilm-i siyaset de, siyasetin dışında değil. Tam içindedir. Belki de siyasetin tam merkezindedir....
Siyaset mi, ilmi siyaset mi?
Bence her ikisi de mühim.
Esasında ilm-i siyaset de, siyasetin dışında değil. Tam içindedir. Belki de siyasetin tam merkezindedir. Ancak, bize önce siyaset değil, önce ilm-i siyaset lazımdır. Toplumları dışarıya karşı sağlam tutan ve milletleri ayakta tutan ilm-i siyasettir. İlm-i siyaset dediğimizde mantıklı, makul ve doğru siyasetten bahsediyorum. Bir insan ilm-i siyaseti bilmeden siyasete girerse, kârdan çok zarar getirir. Yarardan çok zarar getirir.
Şimdi, bu yazdıklarımdan sonra, insan ister-istemez, bu ilm-i siyaset de nedir? diye düşünmeden edemez. Tamam anlatalım ve açıklayalım. Gelin önce, siyasetin tanımından başlayalım. Önce siyasetin ne olduğunu açıklayalım. Ardından ilm-i siyaseti anlatalım.
Siyaset, Arapça “seyis” yani at bakıcısından gelir. Bu kökenden gelen siyaset zaman içinde, Devlet işlerini düzenleme, yönlendirme ve yönetme gibi manalara gelmiştir. Dilimizde bir de “politika” diye bir kelime var. Bu da siyaset yerine kullanılıyor. Esasında çok da aynı manalara gelmezler. Politika, dilimize dışarıdan giren bir kelime.
Politika, Yunanca iki sözcüğün bir araya getirilmesinden türetilmiştir. “Poli” ile “tika” biraya gelmiş “politika” olmuş. Poli, çok manasındadır. Tika ise yüz manasındadır. Bu durumda politika çok yüzlülük, yalancılık gibi anlamlar taşımaktadır.
Bu gerçeği bilenler, kendisini “politikacı” değil, siyasetçi olarak tanımlarlar. Çünkü, politikacılık çok da matah bir şey değildir. Neyse, siyaseti ve politikayı bırakalım, esas konumuz olan “ilm-i siyasete” gelelim.
İlm-i siyasetin ne olduğunu merak edenlere önce bir fıkra anlatalım. Bu fıkradan sonra zaten durum anlaşılır.
Vaktiyle Hoca’nın biri dergahında talebe yetiştirirmiş. Zamanı gelen, yetişen, pişen ve eren, ve artık bilgili olanları da civar köylere hoca olarak görevlendirmiş. Bir gün öğrencilerinden birisi Hoca’ya: “Ben artık yetiştim. Her şeyi öğrendim, müsaade edin de artık göreve çıkayım.” Buna duyan hocası: “Evladım sen daha yetişmedin, biraz daha vaktin var. Sabret” demiş. Ancak, öğrenci aceleci ve aradan bir zaman geçtikten sonra, Hoca’sının huzuruna tekrar gelmiş ve “Hocam ben artık yetiştim, müsaade edin de göreve çıkayım.” Hocası da bu aceleci öğrencisine dayanamamış ve “Peki” demiş “sen ermedin ama göreve çık. Falan köye git. Orda imamlık yap.” Öğrenci herkesle helalleşmiş ve hocasının dediği köye doğru yola çıkmış. Köye giderken yorulmuş ve en yakın köyde mola vermeye karar vermiş. Hemen köyün camisine gitmiş yaklaşan ikindi namazı için abdest almış. Girmiş mescide durmuş imamın arkasına. Namaz bitmiş lakin hoca bir yerde yanlışlık yapmış. Bizim öğrenci kalkmış ayağa demiş ki : “Ey ahali bu hoca namazı yanlış kıldırdı. Böyle namaz olmaz, bu namaz tekrar edilmelidir.” Bunu duyan imam sinirlenmiş ve kızmış: “Ey cemaatim ben yıllardır böyle kıldırırım. Bu şeytandır. Bunu köyde yeni görürüm. Bunu dövmek gerekir” demişler ve öğrenciyi dövmüşler. Öğrenci dayağı yiyince anlamış ki, Hocası haklı hemen geri dönmüş ve Hocasının elini öpmüş ve ders almaya devam etmiş. Bir süre sonra Hocası öğrenciyi huzuruna çağırmış demiş ki : “Sen artık yetiştin, haydi sana dediğim köye git, orda imamlık yap.”
Öğrenci tekrar azığını almış köyüne doğru giderken, bir zamanlar dayak yediği aynı köye gelmiş ve namaz için abdestini alarak geçmiş imamın arkasına. Bakmış ki imam yine yanlış kıldırıyor. Bu sefer, dayak yememek için itiraz etmemiş ve imamdan da hıncını almak için şu metodu uygulamış. Cemaate demiş ki : “Ey cemaat, bu Hoca öyle muhterem, öyle muhterem bir hocadır ki, Allah’ın Veli Kuludur. Her kim ki bu Hoca’nın bir tek sakalını yolarsa, o sakalını da yanında taşırsa, Cennet'e gider.” Bunun üzerine herkes imamın üzerine bir tek sakal yolmak için çullanmış. İmamın yüzü gözü kan-revan içinde kalmış. İmam’ın perişan hâlini gören bizim öğrenci de almış azığını görev yapacağı köyüne doğru aheste aheste gitmiş.
Yukarıda fıkradan ne anlaşılmaktadır? Sözü söylerken ölçü ve metod önemlidir. Maksadınıza ermek için izleyeceğiniz yol önemlidir. İlm-i siyaset, insana yanlışlara düşmemeyi, makul olmayı, mantıklı olmayı ve duruma göre en faydacı metodu kullanmayı göstermektedir. Bu yönüyle ilm-i siyaset bir sanattır.
İlm-i siyaset esasında “gerçekçiliktir.” Buna “reel politik” mi diyorlar! Neyse, biz yine politika kelimesinden uzak duralım ve ilm-i siyaset diyelim.
Evet, ister Devleti yönet, ister kendini yönet, ister aileni yönet, ister Milleti yönet, kimi yönetirsen yönet, siyaset bir sanat işidir. Sanat dediğimizde de “usul, esas, metod, teknik, hassasiyet, incelikler, gerçekler” gibi çeşitli kavramları içeride tutan bir yaklaşımı göz önünde bulunduruyoruz. İşte bu yaklaşımları ve incelikleri göz önünde bulundurursanız, hedefinize en güzel, en iyi şekilde ulaşırsınız.
Devlet adamlarında, ilm-i siyaset özellikleri en üst noktada bulunmalıdır. Bu noktada, ilm-i siyaseti en iyi bilen Ulu Hakan II. Abdulhamid Han Hazretleri aklıma geldi. Yıkılmakta olan bir Devleti, sırf ilm-i siyaset uygulamakla yıkılmaktan 30-40 sene korumuştu. Ulu Hakan’dan sonra işbaşına gelen Enver Paşa ve avenesi de ilm-i siyasetten fersah fersah uzaktılar ve koca bir imparatorluğu 3-5 sene içinde yıktılar.
İlm-i siyaset akılcılıktır, gerçekçiliktir, mantıkçılıktır, inceliktir ve herkese lazımdır.